Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        MUHTEREM okuyucularım... Geçen haftaki yazımı, fosillerin gerçekten ne olduklarının anlaşılmasının, yaşamın tarihi hakkında bilim insanlarına önemli ipuçları verdiği konusundaki tartışmalarla bitirmiştim. İngiliz doktoru ve doğa bilimcisi Martin Lister’in (1639-1712) 1677’de yazdığı Oxfordshire’ın Doğa Tarihi adlı eserinde fosillerin eski canlıların kalıntıları olabilecekleri yorumunu, bunların bugün yaşayan canlılara tıpatıp benzemedikleri için reddettiğini, ancak kendi memleketlisi Robert Hooke’un (1635-1703) Micrographia adlı 1665’te yayımlanmış eserinde İngiltere’de bulunan fosillerin soyları tükenmiş canlılar olabileceğini öne sürdüğünü, ancak Hooke’un fikrinin çok taraftar bulamadığını görmüştük.

        Hayvan türlerinin soylarının tükenmesi fikrinin Avrupalılara sempatik gelmemesinin nedeni dindi. Tanrı, dünyayı ve içindekileri yarattığına göre bunlar mükemmel olmalıydı. Tanrı kendi yarattıklarını neden ortadan kaldırsındı ki?

        BİLİMİ ‘KİTAP’A UYDURMAK

        Ancak elbette herkes dinin insan düşüncesine çekmeye çalıştığı sınırlar içinde kalmıyordu.

        Entegral ve diferansiyel hesabın mucitlerinden evrensel dâhi Gottfried Wilhelm von Leibniz (1646-1716) bunlardan biriydi. Ölümünden 33 yıl sonra yayımlanmış olan Protogaea (İlkel Dünya) adlı kitabında Leibniz şunları yazmıştır:

        “Bazıları keyfi tahminlerde o denli ileri giderler ki, bir zamanlar, okyanusun her şeyi örttüğü dönemlerde, şimdi karada yaşayan hayvanların su hayvanları olmuş olduğuna, daha sonra suyun çekilmesiyle amfibi (çift yaşamlı) olduklarına ve zamanla bunların çocuklarının ilk yurtlarına yabancılaşmış olduğuna inanırlar. Ama bu kutsal yazarlara ters düşer ki onlardan ayrılmak günahtır.”

        Burada büyük dâhi gerçek düşüncelerinin ne olduğunu “bazıları” zamirini kullanarak başkalarına atfetmiş (Leibniz’in Anaksimandros’un düşüncelerinden haberdar olduğu kesindir), ancak bunları dile getirmenin günah olduğunu söyleyerek bu tür düşüncelerin din engeline takıldıklarını göstermiştir. Dostu Christian Maximilian Spener’e yazdığı bir mektupta ise “bazıları” arasında kendisinin de olduğunu anlıyoruz:

        “Pek çok şey, Kutsal Kitap’la da uyumlu olarak, bize insanın ortaya çıkışından önce yerkürenin sular altında olduğunu gösteriyor. Bundan sonra Tanrı, sulara karalardan çekilmelerini emretmişti. Daha önce, ışık karanlıktan ayrılana kadar, ateş egemendi. Daha sonra bugün düşünülemeyen kadar büyük değişiklikler oldu. Bu bilinmeyen dünyanın kalıntılarının, bulduğumuz hayvanların su hayvanları mı veya en azından çift yaşamlı mı olduklarının araştırılmaya değer olduğu kanısındayım. Bunları görerek, bilhassa denizel veya çift yaşamlı olanlardan bazılarının, sular kendilerini tamamen terk ettikten sonra karasal hayvanlara dönüştüklerini ve nihayet suda yaşamalarının imkânsız hale gelmiş olduğunu düşünebiliriz.”

        DÜŞÜNCEYİ ÇEKMECEDE BIRAKIRKEN

        Leibniz, Hannover’de hüküm süren Guelph Hanedanı’nın emrinde çalışan bir kütüphaneciydi. Dine açıkça cephe alarak işini kaybetmek niyetinde değildi. Leibniz’in felsefesi hakkında bugüne kadar yazılmış en önemli eseri kaleme almış olan büyük İngiliz düşünürü Lord Bertrand Russell (1872- 1970), Batı Felsefesinin Tarihi (1945) adlı önemli eserinde Leibniz’in kendi işverenlerini mutlu edecek türden sıradan düşüncelerini yayımladığını, ancak en ilginç ve en çarpıcı görüşlerini yayımlanmadan çekmecelerinde bıraktığını anlatır. Bu düşünceleri yıllar sonra Leibniz’in el yazmaları ortaya çıkınca keşfedilmiş ve Russell ile onu izleyen felsefe tarihçileri bunları yayımlamışlardır.

        TÜRLERİN ADI CENNETTE KONULDU

        Leibniz’in Protogaea’sının 1749’da yayımlanmasından sadece 14 sene önce İsveçli büyük botanikçi Carl von Linné (1707-1778) tüm canlıların iki isimli bir adlama kullanılarak (yani cins ve tür) sınıflanmasını öneren Systema Naturae (Doğanın Sistemi) başlıklı temel eserini yayımladı. Burada her canlıya Latince olarak önce bir cins, onu izleyerek de bir tür adı veriliyordu. Mesela günümüz insanı bu sınıflamada “homo sapiens” olarak geçer. Köpek “canis familiaris” tir. Kurt ise “canis lupus”- tur. Buradan köpek ve kurdun aynı cinse ama ayrı türlere ait olduğunu görürüz derhal. Linné her türün değişmez bir birim olduğu kanısındaydı. Kutsal Kitap’a dayanarak Âdem’in cennette her canlıya bir isim vermiş olduğunu, dolayısıyla canlıların ilk yaratıldıklarından beri değişmediklerini savunuyordu.

        YOZLAŞMA TEORİSİ

        18. yüzyılda bu konudaki ilk ciddi kuşkular 1744’te yayımlanmaya başlayan ve sonunda 44 cilde ulaşan dev Doğa Tarihi (Histoire Naturelle) kitabıyla belirmeye başladı. Kitabın yazarı aydınlanmanın Montesqieu, Voltaire ve Rousseau ile birlikte en önemli dört yazarından biri addedilen George Louis Le Clerk Comte de Buffon’du (1707-1788). Kont de Buffon bugün Paris Ulusal Doğa Tarihi Müzesi diye bildiğimiz Jardin Royal des Plantes Médicinale’ın (Kraliyet Şifalı Bitkiler Bahçesi) müdürüydü.

        Dünyanın en eski ve bugün en muhteşem doğa tarihi müzesi olan bu eşsiz kurumun zengin koleksiyonları Buffon’a bütün doğayı elden geçirerek doğa tarihi konusunda 18. yüzyılın en önemli eserini yaratma imkânını vermiştir. Bu dev eserinde Buffon, o zamanlar pek revaçta olan dejenerasyon, yani yozlaşmayla canlıların değişip değişmediği fikrini ele almıştır.

        EŞEK BAHSİ VE TÜRLERİN KÖKENİ

        BUFFON ölümsüz eserinde “eşek” bahsinde bu konuyu detaylı olarak ele alır: “Bu hayvanı dikkatli gözlerle ve çok detaylı olarak incelediğimiz zaman bile yalnızca dejenere olmuş bir at olarak görünür: Beyinde, akciğerlerde, midede, bağırsaklarda, kalpte, karaciğerde, diğer iç organların düzeninde görülen mükemmel benzerlikle, gövdede, butlarda, ayaklarda ve tüm iskelette görülen büyük benzerlik bu fikri desteklemektedir. Bu iki hayvan arasında bulunan ufak farklar, iklimin çok eski etkilerine, besine ve giderek dejenerasyonları artan yarı dejenere küçük yabani at nesillerinin birbirlerini tesadüfî bir şekilde izlemiş olmasına bağlanabilir. Bunlar nihayet olabilecekleri kadar dejenere olurlar ve bizim gözlerimize yeni ve sabit bir tür olarak görünürler.

        ...Bu fikri destekleyen bir şey, atların kendi aralarında tüylerinin rengi açısından eşeklerden daha çok değişiklik göstermeleridir. Demek ki atlar daha eskiden evcilleştirilmişlerdir, çünkü tüm evcil hayvanların rengi aynı türün yabanisine nazaran daha çok değişiklik gösterir. Gezginlerin anlattığı vahşi atların çoğu küçük yapılıdır ve eşeklerdeki gibi tüyleri gri, kuyrukları çıplak ve ucu dik olur.

        ...Diğer taraftan, bu iki hayvanın yapısının sonucu olan huy, tabiat, alışkanlık farklılıkları ve bilhassa ikisini kararak ortak bir tür veya dölü verimli olacak melez bir tür üretmenin olanaksızlığı ve hele eşeğin attan yapısının minyonluğu, kafasının büyüklüğü, kulaklarının uzunluğu, derisinin kalınlığı, kuyruğunun çıplaklığı, kalçasının şekli ve kalça civarındaki kısımların boyutları, sesi, iştahı ve içme şekli ile ayrılamayacağı düşünülürse, bu her iki hayvanın da biri en azından diğeri kadar eski ve baştan beri birbirinden bugünkü kadar farklı iki türe ait oldukları görülür. Şimdi, at ve eşek ortak bir kökten mi gelmişlerdir? Aynı aileye mi aittirler? Veya bu böyle olmayıp baştan beri iki değişik hayvan mıydılar?” Büyük doğa bilimci aynı yerde şöyle devam etmektedir: “Bu açıdan bakıldığında sadece eşek ve at değil, hattâ insan, maymun, dört ayaklılar ve tüm hayvanlar aynı ailenin üyeleri sayılabilirler.

        Eğer bu aileler gerçekten var iseler, bunlar yalnızca ilksel türlerin karışımı, birbirini izleyen değişimleri ve dejenerasyonları sonucu oluşmuşlardır. Bir kez de hayvanlarda ve bitkilerde ailelerin varlığı kabul edildi mi, eşek at ailesinin, attan sadece dejenerasyon yoluyla ayrılmış bir üyesi olarak görüldü mü, maymunun da insan ailesinin bir üyesi olduğu söylenebilir.”

        EDİNİLEN ÖZELLİKLER İRSİ

        Buffon eserinde çok samimi olarak bunun böyle olmadığını, çünkü değişik türlerin çiftleşmelerinden verimli yavruların doğmadıklarını söylemiştir. Ama bu arada Paris İlahiyat Fakültesi’nin tehdidinden de çekindiği açıktır: “Fakat, hayır! Muhakkak ki tüm hayvanlar yaradılışın faziletinin parçalarıdır. Her türün ilk iki üyesi tam oluşmuş olarak Yaradan’ın elinden çıkmışlardır ve bize torunları bugün nasıl görünüyorlarsa o zaman da aşağı yukarı öyle olduklarına inanılmalıdır.” Mesela dünyanın yaşını kendisi 2 milyon yıl olarak düşündüğü halde, dindarları kızdırmamak için bunu 75 bin yıla çekmişti. Bu bile Sorbonne’un ilahiyatçılarını çileden çıkarmaya yetmişti. Ama Leibniz ve Buffon gibi bilim insanlarıyla artık cin şişeden çıkmıştı.

        Sonunda gene Paris Müzesi’nde çalışan büyük Fransız biyoloğu Jean-Baptiste Pierre Antoine de Monet, (Chevalier de Lamarck) (biyoloji kelimesini Lamarck icat etmiştir) türlerin gerçekten birbirlerine geçtiklerini, bunun da bir dejenerasyonla değil, bilakis bir iyileşmeyle, daha iyiye yönelmekle olduğunu 1809’da yayımladığı klasik eseri Zooloji Felsefesi’nde dile getirdi. Lamarck’a göre bu değişim, canlının çok kullanılan organlarının bireylerde gelişmesi, bu gelişmenin de onun yavrularına geçmesiyle olduğu kanısındaydı.

        Yani Lamarck’a göre “edinilen özellikler” irsiydiler ve zaman içinde canlılar basitten karmaşığa, az gelişmişten çok gelişmişe, kusurludan mükemmele doğru evriliyorlardı. Ancak Lamarck’a çok şiddetli bir itiraz, aynı kurumda çalışan meslektaşı Georges Cuvier’den geldi.

        ***********

        DÜNYA SEYAHATLERİNDE BİLİMİ ANLAMAK İÇİN NERELERE GİDELİM?

        Londra Doğa Tarihi Müzesi (The Natural History Museum, London)

        PARİS, Viyana, Berlin ve New York ile beraber dünyanın en önemli 5 doğa tarihi müzesinden biri olan Londra Doğa Tarihi Müzesi (eski adıyla British Museum, Natural History), Londra’ya yapılacak bir seyahatte belki de görülmesi gereken en önemli yerdir. Müze içeriden hemen yanındaki Jeoloji Müzesi ile bağlantılıdır. Bu 2 müzedeki zengin koleksiyonlar, çocuklar için bulunan uygulamalı oyunlar, her yaşta insana doğayı tanıtacak ve sevdirecek türdendir. Ben 1972 senesinde jeolog olma konusundaki son kararımı bir lise öğrencisi olarak bu müzeyi gezerken vermiştim.

        Müze her gün saat 10.00 ile 17.30 arasında açıktır ve giriş ücretsizdir. (Bazı özel sergiler için cüzi bir ücret talep edilmektedir). 24-26 Aralık tarihlerinde ise müze kapalıdır.

        Adres: The Natural History Museum, Cromwell Road, London SW7 5BD, United Kingdom

        Telefon: +44 20 7942 5000

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar