İnsanın doğa ve topluma duyduğu aidiyet duygusunun kaybolmasını ifade eder. Kavram, çağdaş düşüncede anlamını Hegel düşüncesiyle birlikte kazanmıştır. Hegel'e (ö. 1831) göre yabancılaşma, bireysel ve toplumsal üretim süreçleriyle kurulan bağların yitirilmesini içerir. Ancak yabancılaşma, daha çok Marx'ın (ö. 1883) yorumlarıyla bilinir hale gelmiştir. Marx'ın yorumları aynı zamanda kavramının sosyal bilimlerin kullanımına da zemin hazırlamıştır. Marx'a göre üretim ilişkilerinin tüm formlarında yabancılaşma olgusuyla karşılaşılabilir. Ancak kapitalist toplumlar, yabancılaşmanın en yoğun yaşandığı ilişkilere sahiptir. Kapitalist toplumlarda, sistemin tüm aktörleri yabancılaşma sorununun bir parçasıdır. Ayrıca Kapitalizmin kendini yok edecek "irrasyonel" yönü Marx tarafından çoğunlukla yabancılaşma teması kullanılarak betimlenir.
Marx'a göre İnsanı diğer canlılardan ayıran temel unsur, emek sarf edebilen bir canlı olmasıdır. Ancak insanın sarf ettiği emek, diğer canlı türlerinin içgüdüsel olarak yaptığı faaliyetlerden farklıdır. İnsan emek sunmanın koşullarının ve sonuçlarının bilincindedir. Emek bir tür denetim ve kontrol duygusunu içerir. İnsanın benzersiz bir tür olarak doğaya hakimiyeti de bu sayede gerçekleşir. İnsanın emek sarf etme ve kontrol duygusuna sahip olması, araç yapma ve doğayı manipüle etme yeteneğinin ortaya çıkmasına neden olur. Emek sarf etme ve manipülasyon araçları, üretim ilişkilerinin temelini oluşturmaktadır. Üretim ilişkileri gelişim gösterdikçe, aynı zamanda mülkiyet ve iş bölümü fikri ortaya çıkmıştır. İlkel aşamadan sonra üretim ilişkileri giderek karmaşıklaşmasına paralel olarak, mülkiyet ve iş bölümü de karmaşıklaşır. Özellikle iş bölümünün karmaşıklaşması, emeğin kolektif bir biçim almasına neden olur. Böylece emek zamanı kısalır, verimlilik artar ve bireysel sınırlar aşılır. Marx'a göre insanlık tarihinde devasa mimari yapılar ortaya koymak gibi insani başarıların altında yatan unsur iş bölümünün bu şekilde genişlemesidir. Ancak tüm bu potansiyel katkılarının yanında iş bölümü, yabancılaşma duygusunu arttırıcı bir yöne de sahiptir. İş bölümü süreçlerinin potansiyel faydaları, genellikle Marx'ın "artı değere el koyma" olarak formüle ettiği toplumsal çatışma biçimleri tarafından sınırlandırılmıştır. Bu çatışma durumu da tarihsel gelişmenin diyalektik özünü oluşturur. Temelde emek birimleri, emek sarf etme ile kontrol arasında bağ kurdukları sürece iş bölümünün karmaşıklaşması yabancılaşmanın körüklenmesi anlamına gelmez. Ancak özel mülkiyet ilişkilerinin de eş anlı olarak karmaşıklaşması, artı değere el koyma sürecinin giderek çatışmacı nitelik kazanmasına neden olur. Zamanla üretim araçlarına sahip olanlar ile emek ortaya koyanlar arasında bir ayrım ortaya çıkar.
Kapitalist toplumların, yabancılaşma bakımından özel bir yere sahip olmasının temelinde bu ayrımın özgün nitelikleri yatar. Aslında kapitalist toplumlar yarattığı devasa üretim imkanlarıyla insan potansiyelinin tam olarak ortaya çıkarılmasına neden olabilir. Ancak özel mülkiyet ilişkilerinin baskın yapısı, bunun yerine kapitalist üretim formunu insanlığın gördüğü en yabancılaştırıcı biçime sokar. Tarihin diğer tüm aşamalarında yabancılaşmanın etki alanı belirli sınırlara sahip olmasına rağmen, kapitalist toplumlarda bu sınırlar hızlı biçimde ortadan kalkmaktadır. Örneğin feodal ilişkilerin de angarya gibi kendine özgü yabancılaştırıcı üretim ilişkileri mevcuttur. Ancak buna muhatap olan köylüler, hayatın diğer alanlarında özerk ve göreceli olarak kendine yeterli bir sabit bir aile hayatına sahip olabilir. Buna karşın kapitalist toplumun gücü gittikçe artan piyasa ilişkileri, yabancılaşmanın en avantajlı toplumsal grupları kapsayacak ölçüde yaygınlaşmasına neden olur.
Marx bu yayılımın dört aşamada gerçekleştiği fikrindedir. Birincisi, emekçinin kendi emeğine yabancılaşmasıdır. Bu ilk düzey, kontrol duygusunun kaybolmasının temelini oluşturur. İkinci düzey, emeğin giderek kendi etkinliğine yabancılaşmasıdır. Üçüncü aşamada, üretimin toplumsal anlamının giderek bulanıklaşmasını kapsar ve son aşamada yabancılaşma, üretim ilişkilerinin dışına taşar ve toplumsal ilişkilerin bütününü içerecek şekilde genişleyerek insan türüne yabancılaşma biçimini alır. Yabancılaşma kavramı, Marx'tan sonra da felsefede ilgi gören bir argüman olarak olmuştur. Hem Marksist tartışmalarda örneğin Lukacs'ın (ö. 1971) eserlerinde merkezi bir yere sahip olurken, Marksist çevreler dışında 20. yüzyıl felsefesinde yeni anlamlar kazanmaya başlamıştır. Örneğin yabancılaşma, Heiddegger (ö. 1976) tarafından modernizm eleştirisinin dayanaklarından birisi olarak değerlendirilmişti. Özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Frankfurt okulunun eleştirel teorisinde yabancılaşma, merkezi bir tema olarak kullanılmıştır. Aynı dönemde yabancılaşmanın sosyal bilimler içerisinde yer edinmeye başladığı görülür. Hatta kapitalist endüstriyel üretimin iş gücüyle ilgili merkezi sorunlarının telafisi için ampirik bir nitelik kazanmıştır. Kitle üretimi formunda aşırı uzmanlaşmaya dayalı bir biçim kazanmıştır. Bu durumda ortaya çıkan aşırı rutinleşme, üretkenlik problemlerine neden olmuş ve yabancılaşma endüstriyel yönetimin ciddi bir sorunu olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Bir bakıma 20. yüzyılda sosyoloji, psikoloji ve hatta antropoloji içerisinde "endüstriyel" uzmanlık alanlarının gelişmesi "yabancılaşma" sorunuyla ilgili hale gelmiştir.
YAZAR
Şenol Baştürk