1970'li yıllardan günümüze sosyal bilimlerin en üretken alanlarından biri olan "tarihsel sosyoloji", tarih ve sosyoloji disiplinlerinin yöntemsel iş birliğini temsil eder: Toplumsal yapılar ve değişim hakkında genel açıklama modellerine ve kuramlara ulaşmaya yönelen sosyoloji ile uzun ya da kısa somut olay zincirlerini inceleyen ve tekil(leştirici) analizlerle yetinen tarih arasına konumlanarak, hibrit bir yöntemi benimser. Disiplinler arası bu yaklaşım, her bir değişim fenomenini kendi tekilliği içinde, ancak öteki değişim fenomenleriyle irtibatını da dikkate alarak geniş bir bağlamda, dinamik bir bakışla kavramaya çalışır. Değişim mekanizmalarının zaman, mekan, toplumsal yapı ve kültüre bağlı olarak farklılık gösterdiği gerçeğinden hareketle evrensel yasalara, genel kuram veya kavram setlerine itibar etmez; geçmiş ile bugün arasındaki ilişkiye "evrimsel genel gelişim şemaları" giydirmeye uğraşmaz. Ancak kurum ve yapıların, dönüşüm esnasında belli ilkelere tabi olduğunu da yadsımaz. Tarihsel çeşitlilik ve toplumsal farklılıkları anlamlandırabilmek için karşılaştırmalı çalışmalara özellikle ağırlık verir.
Çağdaş sosyoloji literatüründe, tarihe yönelmenin gerekliliğine dikkat çeken ilk isimlerden biri olan Mills (ö. 1962), bütün sosyal bilimlerin veya iyi düşünülmüş her sosyal incelemenin tarihsel bir kavrayışı ve tarihsel malzemenin tam kullanımını gerektirdiğini vurgular. Fakat tarihten yararlanma, alelade bir "ritüel" olarak yapılmamalıdır. Tarih yönelimli bir sosyoloji, çağdaş toplumlara dair yapılan incelemelerin önsözlerinde genellikle ad hoc bir prosedür olarak tarihsel ön bilgiler verme ya da bugüne "kabataslak bir arka plan" kazandırma anlamına gelmez. Bu noktada Mills ile buluşan Philip Abrams (ö. 1981), tarihsel sosyolojiyi, kişisel eylemlerle toplumsal örgütlenme arasında her an yeniden ve mütemadiyen inşa edilen ilişkiyi anlama çabası olarak niteler. Kişisel biyografi ve kariyerler, uygarlıkların yükseliş ve çöküşleri, devrim ya da seçimler gibi özel olaylar, işçi sınıfının oluşumu, modern devletin doğuşu, yurttaşlık ve ulusal kimliklerin gelişimi gibi süreçler tarihsel sosyolojinin gözde temalarıdır.
Tarihsel sosyoloji, zamana ve mekana tutunmuş toplumsal yapıları sorgularken zamansal ardışıklığı; dönüşümleri ve bunların neticelerini anlamlandırırken ise eylem ile yapısal bağlamların etkileşimini dikkate alır. Özgül toplumsal yapıların ve değişim biçimlerinin tikel ve spesifik karakterlerini aydınlatmaya odaklanır. Bu çerçevede, toplumsal ve kültürel farklılıklar da tarih yönelimli sosyologların ilgi alanına girer. Zira geçmiş, onlara tek-biçimli bir gelişme öyküsü ya da standart ardışıklıklar olarak görünmez.
Araştırmacıyı, geçmişin önemini göz önünde tutmaya davet eden bu disiplinler arası yaklaşım sayesinde sosyopolitik değişimler ve modernleşme tecrübeleri genel, soyut ve evrensel bir mesele olmaktan çıkıp somutlaşır, tekil birer nesne haline gelir. Böylece, toplumsal ve siyasal değişimin genel ve tek-biçimli karakterini ortaya koyma çabası anlamını yitirir; toplumların "mutasyon"unu yöneten özel koşulların anlaşılması önem kazanır. Tarihsel sosyolojinin önemli temsilcilerinden Charles Tilly (ö. 2008), Batı Avrupa'da ulus-devletlerin inşa sürecini değerlendirdiği çalışmasında bu hususun altını özellikle çizer: Toplumsal değişimle ilgili "muzır ön doğrular"dan kurtulabilmek; onu bir bütün olarak açıklanabilen tutarlı ve genel bir fenomen olarak tasavvur eden, ardışık evreler halinde açıklamaya çalışan yaklaşımlardan uzaklaşabilmek için her siyasal sistem, kendisini tüm dünyayı etkileyen genel siyasal dönüşümlere bağlayan tikel ilişki bağlamında incelenmelidir. Tilly'ye göre tüm tecrübelerin iç tutarlılığa sahip ve tek-biçimli olduğunu varsayan ardışıklık kuramları, "gerçek toplumsal yaşam" gözlemlenmeye başladığı andan itibaren yok olmaya mahkûmdur.
Değişim fenomenine tarihsel sosyolojik perspektiften bakmak, "zamansallık" (temporality) faktörünü de dikkate almayı gerektirir. Her somut değişim, bağlamı olduğu kadar "süresi" ile de koşullanmıştır. Bu nedenledir ki Batı'da yaşanan siyasal değişimle "Üçüncü Dünya" ülkelerindekiler arasında a priori bir ayrım yapmak gerekir: İlki, uygun bir ortamda yavaş ve tedrici olarak meydana gelmiş; ikincisi ise hızlı ve sert, üstelik evvelce "gelişmiş" siyasal sistemlerin yönlendirmesiyle gerçekleşmiştir. Kısacası, bu iki grupta yer alan toplumların her birine mahsus, toplumsal ve siyasal değişim tarzlarını belirleyen ayrı "zamansallıklar" söz konusu olmuştur.
Sosyal bilimler tarihi dikkate alındığında tarihsel sosyolojinin, son derece çeşitlilik gösteren, ampirik olduğu kadar kuramsal bakımdan da zengin çalışmalarla görünür olmaya başlaması görece yenidir. Ancak toplumsalı tarihsel olarak kavrama eğiliminin, klasik sosyolojiye uzanan kuvvetli kökleri de vardır. Kuruluşundan beri daima tarihi temel alan bir girişim olmakla birlikte sosyoloji; bir disiplin olarak tarih ile hep iniş çıkışlı, oldukça da karmaşık bir ilişki geliştirmiştir. Kurucu sosyologların tamamı, kendi çağlarının temel değişim ve karşıtlıklarını tarihsel kategorilere başvurarak analiz etmişledir: Başta Alexis de Tocqueville (ö. 1859) ve Max Weber (ö. 1920) olmak üzere bazıları, tarihsel yönteme olabildiğince yakınlaşmışlar, tarihsel olayların tikelliği üzerinde diğerlerine göre daha fazla durmuşlardır. Tocqueville, doğrudan sahadan elde ettiği verilerle demokratik toplumların karşılaştırmalı tarihsel sosyolojisini yapmış; Weber ise siyaset (modern devlet, bürokrasi, egemenlik), ekonomi (kapitalizm) ve din (Protestanlık) bağlamlarında - bu üç alanın karşılıklı etkileşimini de göz ardı etmeden - tarih yönelimli bir sosyolojik yaklaşım geliştirmiştir. Diğer bazı klasik sosyologlar ise daha ziyade tarih ötesi genellemeler ve teleolojik şemalar tasarlamaya yönelmişlerdir. Ne var ki bunlar dahi toplumsal çözümlemelerinde tarih(sel)e tamamen ilgisiz kalamamışlardır. Örneğin Marx, her ne kadar felsefi metinlerinde değişimi genel itibarıyla evrensel yasalar eşliğinde ve teleolojik bir yaklaşımla ele alsa da somut tarihsel olaylar üzerine yaptığı değerlendirmelerini tarihsel sosyolojik bir perspektifle kaleme almıştır: Örneğin Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire'i adlı eserinde, tarihsel sosyolojinin temel kabullerinden biri olan "şimdi, geçmişle kayıtlıdır" ilkesine işaret etmiştir. Tarihsel sosyolojik yaklaşıma en uzak klasiklerden biri olduğu iddia edilen Durkheim bile aslında tarihe bigane kalmamıştır. Sosyolojinin kurumsallaşarak diğer disiplinler karşısında özerk bir konum kazanması noktasında en fazla çabayı gösteren kişi olmasına rağmen, sosyolojinin tarihe olan ihtiyacını görmezden gelmemiştir. Sosyolojik bir tarihin veya toplumun tarihsel bir çözümlemesinin, diğer bir deyişle söz konusu iki disiplinin mezcedilmesinin mümkün hatta gerekli olduğunu vurgulamıştır. Ona göre sosyolojinin tarihten vaz geçmesi mümkün olmadığı gibi, aynı zamanda sosyolog olan tarihçilere de ihtiyacı vardır.
Ne var ki sosyoloji özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında, hızla gelişen ve yaygınlaşan Amerikan sosyal bilim anlayışının da tesiriyle, tarihsel yönelim ve duyarlılıkları büyük ölçüde terk etmiştir. Söz konusu dönemde ana akım Amerikan sosyolojisine rengini veren yaklaşım, soyut bir ampirizme dayanarak "büyük teoriler" kurmayı hedefleyen yapısal işlevselcilik olmuştur. Bu yaklaşımın başlıca temsilcilerinden Talcott Parsons (ö. 1979), The Social System (1951) başlıklı eserinde zamanı ve mekanı hesaba katmaksızın toplumsal yaşamın tüm veçhelerini aynı evrensel kuram ve kavramlarla açıklamaya çalışmış, değişimden ziyade "denge" durumuna dikkat kesilmiştir. Bir sistemi "korumaya" matuf süreçlerle onu "değiştirmeye" yönelik olanlar arasında öz itibarıyla fark bulunmadığını iddia ederek hem düzeni hem de değişimi açıklama yeteneğine sahip kapsamlı bir teorik model inşa etmeye yönelmiştir. Toplumsal ve siyasal değişimdeki tarihsel çeşitlilikleri görmezden gelen evrimci "gelişme" ve "modernleşme" kuramları da yine bu dönemde revaç bulmuştur. Soğuk savaş koşullarında geliştirilen bu aşırı genellemeci kuramlar, her toplumun aynı evrelerden geçerek, er ya da geç Batı'nın bulunduğu "gelişmişlik" seviyesine ulaşacağını ön görmekteydi.
Yapısal işlevselcilik ve gelişmeci paradigmalar, 1960'lardan itibaren dünyada meydana gelen siyasal gelişmeler nedeniyle anlamlarını yitirmiş, sosyal bilimlerdeki itibarlarını kaybetmişlerdir. Bu yeni süreçte klasikler, özellikle Tocqueville ve Weber yeniden hatırlanmış; Marksist, Weberci hatta Durkheimcı yaklaşımlar, genellikle bir arada, işe koşularak yeni tarihsel sosyoloji tarzları geliştirilmiştir. Tarihsel sosyolojinin klasiklerinden kabul edilen Alman sosyolog Norbert Elias'ın (ö. 1990), uzunca bir süre itibar görmeyen Uygarlık Süreci (1939) adlı eseri, otuz yıl sonra tekrar yayımlandığında büyük bir ilgiyle karşılanmış; aynı yıl İngilizceye çevrilmiştir. 1960 ortalarından 1980'lere dek Moore, Thompson, Tilly, Bellah, Wallerstein, Abrams, Anderson ve Skocpol'un çalışmalarıyla zengin bir literatür oluşmuştur. Bu isimler, klasik ve çağdaş teoriyle eleştirel bir ilişki kurarak yapısal işlevselcilik, modernleşme teorileri ve ekonomik-determinist evrimcilikle hesaplaşmış; sosyopolitik yapı ve süreçlerin a priori aynı oluş ve dönüşüme tabi olmadıklarını göstermeye çalışmışlardır. Bu amaçla ortaya konan araştırmaların görece dağınık olması, gerek kavramsal-kuramsal gerekse tematik olarak çok fazla çeşitlilik göstermesi nedeniyle, tarihsel sosyoloji gerçek anlamda bir okul haline gelememiş, daha ziyade disiplinler arası bir "muhayyile" veya sosyal bilimsel yeni bir tasavvurun ifadesi olarak kalmıştır.
YAZAR
Enes Kabakcı