Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Sosyal / Toplumsal Haklar Nedir?

        Toplumun güçsüz kesimlerinin insan onuruna uygun bir yaşam standardının altına düşmemeleri için devletin önlemler alması ya da doğrudan yardımda bulunması yoluyla gerçekleşebilen haklardır. Özü itibarıyla toplumsal eşitsizliklerden kaynaklanan sakıncaları gidermeye yönelen bu haklar, kişisel haklar (negatif statü hakları/koruyucu haklar) ve siyasal haklar (aktif statü hakları/katılım hakları) ile birlikte hak ve özgürlüklerin alt kategorilerinden birini teşkil eder. Sosyal haklar, hak ve özgürlüklerin sınıflandırılmasında, tarihsel süreç bağlamında ikinci kuşak haklar; devletin pozisyonu bağlamında ise pozitif statü hakları ya da isteme hakları olarak isimlendirilir.

        İnsan onurunun korunması bakımından diğer hak kategorileriyle amaç birliği içinde olan sosyal haklar, taşımış oldukları özellikler dolayısıyla hem kişisel ve siyasal haklardan hem de bazı ulusal ve uluslararası insan hakları belgelerinde birlikte anıldıkları ekonomik ve kültürel haklardan ayrılır. Bilhassa ekonomik açıdan güçsüz kesimlerin korunması amacına yönelmeleri ve esas itibarıyla devlete ekonomik kaynaklarını harekete geçirme yükümlülüğü yüklemeleri, sosyal hakları diğer haklardan farklı kılar. Eğitim hakkı, sağlık hakkı, çalışma hakkı, konut hakkı, ücrette adaletin sağlanması ve asgari ücret, sosyal güvenlik hakkı, beslenme hakkı ve bazı toplumsal kesimlerin (engelliler, çocuklar, yaşlılar gibi) korunması çerçevesinde devlete yüklenen yükümlülükler bu bağlamda zikredilebilir. Ancak mali kaynakların harekete geçirilme yükümlülüğü sosyal hakların tümü için geçerli değildir. Sendika hakkı, toplu sözleşme hakkı, grev hakkı gibi sosyal haklar, devletin konumu bakımından negatif statü haklarıyla aynı özelliği gösterir. 

        Sosyal haklar, ortaya çıkış süreci bağlamında ilk kuşak haklar olarak nitelenen kişisel ve siyasal hakları izleyen, bir anlamda onların bıraktığı boşluğu dolduran, dahası klasik özgürlük anlayışını dönüştüren haklardır. Kökenini doğal haklar teorisinde bulan ve 18. yüzyılın sonlarında 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile hukuken somutlaşan klasik özgürlük anlayışı, özgürlüğü insanla birlikte daha doğuştan var olan, dolayısıyla devlete bağlı olmayan; bireyci, soyut ve negatif bir yaklaşımla ele almıştır. Kimi düşünürlerin sosyal sözleşme kuramına, kimilerinin ise bireyci kurama dayandırdıkları bu anlayış, kendine özgü bir insan hakları listesini de beraberinde getirmiştir. Buna göre insan hakları, kişiyi devlet karşısında koruyan ve ona özerk bir alan yaratan haklardır. Günümüz terminolojisiyle, "kişisel ve siyasal haklar" olarak adlandırılan bu haklar, kişinin hayatını kendi tercihlerine göre kurma çabasının başkalarınca ama özellikle de siyasi otorite tarafından keyfi olarak engellenmemesini sağlayan haklardır. Bu haklar siyasal iktidarı sınırlandırma ve onu bireyin hak ve özgürlüklerine bağlı kılmada başarılı olmuştur. Ancak aynı şeyi toplumun yoksul kesimlerinin ekonomik yaşamın güçlüklerine karşı korunması bakımından söylemek güçtür. Çünkü Sanayi Devrimi ile birlikte değişen toplumsal koşullar, 1789 Bildirisi ekseninde kabul edilen hak ve özgürlüklerin insanı özgür kılmak bakımından yetersiz olduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Özgürlüğü serbest hareket etme gücü biçiminde anlayan ve dolayısıyla Sanayi Devrimi'nin doğurduğu toplumsal tezatlara aldırmayan bu anlayış eleştirilerle karşılaşmış ve bu eleştiriler sonucunda 19. yüzyılın ikinci yarısında yoğunlaşan mücadeleler yeni hakların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu yeni hak kategorisi aracılığı ile yoksul kimselerin insan haklarından tam manasıyla yararlanmaları amaçlanmıştır.

        Sosyal hakların anayasal düzeyde kendini gösterdiği ilk siyasal belge, 1848 devriminin ürünü olan 1848 Fransız Anayasası'dır. 1848'de başlayan işçi hareketinin işçi-işveren uzlaşması ile sona ermesinin ardından hazırlanan Anayasa, içerdiği hükümlerle 19. yüzyılda ilk defa klasik hakların yanı sıra sosyal haklara yer vermiştir. Anayasa; aile, çalışma, mülkiyet ve kamu düzenine dayalı bir toplumda özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin egemenliğini öngörmüş; mesleki eğitim, parasız ilköğretim, yoksullara, sakatlara ve kimsesizlere yardım gibi düzenlemeler getirmiş ve böylece insan haklarının muhtevasını genişletmiştir. 

        20. yüzyılın başları sosyal hakların anayasalara ve ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) bağlamında uluslararası belgelere girdiği bir zaman dilimine işaret etmektedir. 1917 Meksika Anayasası ve 1919 Weimar Anayasası bu konudaki somut örneklerdir. 2.Dünya Savaşı'ndan hemen sonra aynı eğilim, uluslararası düzeyde 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, ulusal alanda ise 1947 İtalyan, 1949 Alman ve 1958 Fransız Anayasası tarafından benimsenmiştir. Gelişim 1961 Anayasası ile Türk anayasal sistemine de yansımış ve sosyal devlet ilkesinin içeriğini oluşturan geniş bir hak ve ödevler listesi kabul edilmiştir. 1982 Anayasası da bu anlayışı sürdürmüştür. Anayasa'nın 5. maddesine göre, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya çalışmak devletin görevidir. 

        Sosyal hakların tanınması, soyut ve negatif özgürlük anlayışının aşılıp pozitif özgürlük düşüncesinin benimsenmesine işaret etmektedir. Artık özgürlük, salt soyut olarak savunulması gereken bir durum değil; sürekli olarak kazanılması, gerçekleştirilmesi gereken bir oluştur. İnsanın özgür olması, sadece doğuştan kişiliğine bağlı olduğu düşünülen hakların güvence altına alınmasına değil; sosyal haklar aracılığı ile içinde yaşadığı koşulların iyileştirilmesine bağlıdır.

        Sosyal haklar, diğer hak kategorileriyle karşılaştırıldığında, sınırlama sistemi açısından daha dezavantajlı bir durumdadır. Düzenlemelere bakıldığında, sosyal haklar alanında hak türlerinin yer aldığı maddelerdeki özel sınırlama sebeplerinin yanında, devletin bu alandaki görevlerine ilişkin genel bir sınırlama nedeninin yer aldığı görülür. Gerek ulusal gerekse uluslararası belgelerde yer alan bu sınır, mali kaynakların yeterliliği ile ifade edilmektedir. Sosyal hakların büyük çoğunluğunun devletin olumlu edimine ihtiyaç duyduğu, örneğin eğitim hakkının gerçekleşmesinin devletin okul yapmasına, sağlık hakkının işlerlik kazanmasının hastane inşasına bağlı olduğu dikkate alındığında, bu hakların gerçekleşmesinin mali kaynakların yeterliliğine bağlanması anlaşılabilir. Ancak ölçüt, devlete sınırlama bakımından önemli bir imkan tanımış olsa da yükümlülüklerden bütünüyle kaçınma fırsatını vermez. Mali kaynakların yeterliliğine bağlanan husus, ödevlerin yerine getirilme ölçüsü, uygulanış derecesidir. 

        Bu noktada mali kaynakların yeterliliği ölçütünün, sendika hakkı ve grev hakkı gibi negatif özellik arzeden sosyal hakları kapsamadığını hatırlamak gerekir. Öte yandan yaşam hakkı gibi çok önemli temel haklarla ilişkilendirilebilecek sosyal hakların da bu kıstasa göre sınırlandırılamayacağı kabul edilmektedir. Anayasa Mahkemesi de devletin, sosyal güvenlik hakkı ve sağlık hakkı gibi, yaşama hakkı ile bağlantılı olan sosyal hakların gerçekleştirilmesi konusunda mali kaynakların yetersizliği gerekçesine sığınamayacağına işaret etmiştir.

        Sosyal haklar ortaya çıktıkları andan itibaren hem ulusal hem de uluslararası düzeyde kişisel ve siyasal haklara göre daha zayıf bir koruma mekanizmasına sahip olmuştur. Sözgelimi BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin getirmiş olduğu koruma mekanizması ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin öngördüğü koruma mekanizması arasında, birincisi lehine bariz bir fark vardır. Aynı durum Avrupa Konseyi bünyesinde hazırlanmış olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Avrupa Sosyal Şartı için de geçerlidir. Koruma düzeylerindeki farklılık, genellikle sosyal hakların mali kaynaklarla ilişkisine dayanılarak açıklanmakta ise de durumu liberal anayasaların ideolojik tercihleri doğrultusunda izah eden görüşler de bulunmaktadır.

        Özellikle neo-liberal bakış açısına sahip kimi düşünürlerin, sosyal hakların insan hakkı niteliğine şüpheyle baktıkları, hatta kimilerinin sosyal hakların insan hakkı sayılamayacağını savundukları görülmektedir. Bu düşünürlerin temel argümanları şu şekilde özetlenebilir: İnsan hakları negatiftir, iktidarı sınırlandırıcı özellik gösterir. İnsan hakları evrenseldir; gerçekleşmeleri herhangi bir şarta, örneğin mali olanaklara bağlanamaz, bu yüzden ülkeden ülkeye de değişmez. Oysa sosyal haklar devletin müdahalesini gerektirir, mali kaynakların yeterliliğine bağlıdır ve ülkeden ülkeye değişir. Öte yandan sosyal haklar diğer hakları, özellikle de mülkiyet hakkını tahrip eder. Ayrıca sosyal haklar dava edilemez, bu yüzden de hak olarak nitelendirilmemeleri gerekir.

        Bu görüşe karşı çıkanların tezleri ise kısaca şu şekilde ifade edilebilir: İnsan haklarının gerçekleşmesi açısından devletin görevinin negatif ya da pozitif olmasının büyük bir önemi yoktur. Ayrıca kişisel haklar arasında da devletin olumlu müdahalesini gerektiren haklar bulunmaktadır. Tipik bir negatif hak olan işkenceye karşı korunma hakkı çerçevesinde kurulan denetim mekanizmaları bunun örneğidir. Aynı durum oy hakkı için de geçerlidir. Siyasal bir hak olan oy hakkının kullanılması devletin birtakım harcamalar yapmasına bağlıdır. Diğer taraftan birinci kuşak haklar yanında ikinci kuşak haklara yer vermek, ilk kuşak hakları tahrip etmez, aksine güçlendirir. Herkesin insan haklarından eşit bir biçimde yararlanması sosyal hakların hayata geçirilmesiyle mümkündür. Ayrıca sosyal hakların, devleti meşrulaştıran ve sosyal barışı güçlendiren yanına da işaret etmek gerekir.

        Yurttaşların asgari yaşam düzeyinin altına düşmemesini hedef alan sosyal devlet ilkesi bağlamında hayata geçirilen sosyal haklar, klasik hakların inkarı anlamına gelmez. Tersine klasik hakların amaç edindiği insan onurunun korunması ilkesinin, yoksulluk ve toplumsal eşitsizliklerin arttığı ortamlarda nasıl işlerlik kazanacağı sorusuna cevap verir. Buna küresel ve lokal kriz dönemleri de dahildir. 2019 yılının sonunda başlayan ve dünyaya yayılan Covid-19 salgını, başta sağlık hakkı olmak üzere, sosyal hakların ne denli önemli olduğunu ortaya koymuştur. Mali kaynaklarla ilgili olmalarının sosyal hakların sınırlanmasını kolaylaştırdığı ve koruma mekanizmalarını zayıflattığı gerçektir. Hakların taşıdığı önemden değil mali koşulların yetersizliğinden kaynaklanan bu durum, sosyal hakların değerini düşürmez. Çünkü hak ve özgürlükler bütündür, birbirinin "olmazsa olmaz" şartıdır. İnsan hakları arasından bir grubu ihmal etmek bütünlüğü bozar ve diğer hakları da anlamsız hale getirir.

        YAZAR

        Nihat Bulut

        Yazı Boyutu
        Habertürk Anasayfa