Kelime anlamı "güven içinde olmak, tasdik etmek, inanmak" olan iman, dini bir terim olarak "Allah'tan alıp din adına tebliğ ettikleri kesinlik kazanan hususlarda peygamberleri doğrulamak, tasdik etmek ve onlara inanmak" demektir. Aynı anlamda itikad ve inanç kelimeleri de kullanılır. İman edilmesi gereken hususlara inanan kimse "mümin" olarak isimlendirilir.
Kur'an-ı Kerim'de imana konu olan hususlar, Allah'a, meleklere, peygamberlere, ilahi kitaplara ve ahirete iman şeklinde zikredilir (Bakara 2/177). Ayrıca Allah'a, peygamberlerine ve ahiret gününe inananların, salih amel işleyenlerin kurtuluşa ereceği (Bakara 2/2-5) ve insanların bu konularda irade hürriyetine sahip kılındıkları (Kehf 18/29) ifade edilir. İman konusuna hadis kaynaklarında imanın esasları, alametleri, amelle münasebeti ve müminin vasıfları gibi hususlara değinilmektedir. Kur'an'dakilere ilave olarak hadislerde imana konu olan hususlar arasında kadere inanmak da zikredilmektedir.
Kur'an-ı Kerim ve hadislerden hareketle İslam alimleri, iman esaslarını "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerri ile birlikte kadere iman" şeklinde altı esasta özetlemiştir. Ferdin mümin olması da "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh (Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve Hz. Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna gönülden inanır, sözle de ifade ederim)" şeklindeki kelime-i şehadetin muhtevasına inanmasıyla gerçekleşir. Kişi bununla Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği iman esaslarını da kabul etmiş olur. Kur'an'da sabit olup sahih hadislerle de açıklanan iman esasları sadece yaygınlık kazanan altı unsurdan ibaret değildir. Dinden olduğu kesin biçimde kanıtlanan itikadi, ameli ve ahlaki bütün hükümlere inanmak, bunların farz, helal veya haram olduğunu tasdik etmek de mümin olmanın şartıdır.
İslam'da dini hayatın merkezinde iman bulunmaktadır ve dini hayatın bütün yönleri bu merkeze göre anlam ve değer kazanır. İslam alimleri iman olgusunun mahiyetiyle ilgili farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ebü'l-Hasen el-Eş'ari ve İmam Matüridi ile kendilerini takip eden ehl-i sünnet kelamcılarına göre iman kalbin tasdikinden ibarettir. Nitekim ayet ve hadislerde iman esasen dilin ikrarına değil, kalbin tasdikine bağlanmıştır (Maide 5/41; en-Nahl 16/106; Hucurat 49/14; Müslim, "İman", 41). Tasdikin mahiyeti ise haberin bizzat kendisinin ve haberi verenin doğruluğunu kabul etmek, benimsemektir. Öncelikle neye, nasıl ve niçin inanıldığının bilinmesi yönünden imanın oluşumunda bilgi unsuru önemlidir. Ancak bilinenin imana dönüşebilmesi için iradeli olarak his ve kalp yoluyla benimsenmesi gerekmektedir.
İmanda "gayb" unsuru esas olup sadece bilgi, iman edilecek hususların mahiyetini kapsamaktan uzaktır. İmanda inanılması gereken hususların bilinmesi anlamında bir bilgi boyutu vardır ve bu bilgi unsuru bazı hallerde iradeli ve kesbi olarak da elde edilemeyebilir. Söz konusu bilgi, iradeli bir tasdike konu olmadıktan sonra imanın oluşumundan bahsedilemez.
İnsanlar özellikle çocukluktan ergenliğe yani yükümlülük çağına geçişlerinde çoğunlukla ailelerinden ve yaşadıkları sosyal çevreden etkilenerek inanç sahibi olurlar. Bireylerin içinde bulundukları çevredeki kişilerin değerlerini paylaşarak onların inanç konusundaki tutumlarını taklit ederek sahip oldukları imana, "taklidi iman" denir. İslam alimleri ilk fırsatta müminin imanınıdini ve akli delillerle desteklemesinin gerektiğini ifade etmişlerdir. Kişinin inandığı değerlerin ne olduğunu bunlara niçin iman ettiğini düşünerek, bilerek ulaştığı imana ise "tahkiki (delile dayalı) iman" denilir. Tahkiki iman bilgiye dayalı olması sebebiyle ileri sürülebilecek şüphelere karşı daha dirençli, bozulma tehlikesinden daha uzak olduğu için taklidi imandan üstün kabul edilmiştir.
Felsefe özellikle din felsefesi alanında, "Tanrı vardır" önermesinin kabulü olarak görülen imanın gerçekleşmesi Tanrı'yla ilgili birtakım dini bilgi ve kanaatlere sahip olmaya, öncelikle bir kavrama ve bilme fiiline dayandırılır. Felsefe tarihinde imanın dayandığı sebep ve gerekçelerin değeri, farklı yaklaşımlarla akıl-iman ilişkisi, Aydınlanma döneminden itibaren giderek artan bir ilgiyle imanın makul veya rasyonel olup olmadığı, analitik olarak doğrulanıp doğrulanamayacağı, inanılması istenen konuların ne ölçüde inanmaya değer bulunduğu, inanmada aklın rolünün ne olduğu gibi sorular etrafındaki tartışmalar günümüze kadar canlılığını korumuştur.
Öte yandan din psikolojisi iman konusuna, Tanrı inancının psikolojik kaynağının yanı sıra ağırlıklı olarak inanmanın insanın ruhsal gelişimine tesiri ve bu çerçevede ibadetin yeri gibi konularla yaklaşmaktadır. Aslında ibadet ve ayinler, en azından dindar insanın duygu ve eğilimlerinde Tanrı'ya imanın hakim olduğuna işaret etmektedir. Din psikolojisi, giderek artan bir yoğunlukta "din ve ruh sağlığı" başlığı altında inancın ruh dünyamıza yaptığı katkıları da incelemektedir. Bu katkının genellikle pozitif olduğu ve hayatı anlamlandırdığı belirtilmektedir.
İslam alimleri arasında, dini hayatın bütünlüğü gereği, iman ile amel arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğu konusunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak Harici, Mu'tezili ve Şii kelamcıları, ameli, imanın bir parçası olarak kabul etmişlerdir. Ehl-i sünnet kelamcılarına göre ise iman ile amel arasında sıkı bir ilişki bulunmakla birlikte amel olmaksızın imanın oluşması mümkündür. Ehl-i sünnet alimlerin fikirlerini, ameli gereksiz bulan ve imanı sadece tasdikten ibaret sayan bir anlayış olarak görmek doğru olmaz. Bu anlayışı, amel eksikliğinden dolayı kişinin mümin vasfını kaybedeceğini ileri süren Harici ve Mu'tezili görüşe karşı, kalbi tasdikten ibaret bir imanın varlığı devam ettiği sürece ferdin mümin kaldığını kabul eden kucaklayıcı bir tavır olarak değerlendirmek gerekir. Nitekim Allah'ın varlığını kabul etmek, aynı zamanda bu inancın gerektirdiklerini yerine getirmeye (ibadete) hazır olmak anlamına gelir. İnanç kendisini destekleyici unsurlara her zaman muhtaçtır. Bu bağlamda ibadetler, inancı yaşatan, onu sürekli yenileyen bir görev üstlenir; inanılan şeye bağlılığı sürekli hatırlatır. Neticede imanın amele tesir ederek onu nicelik ve keyfiyet yönünden daha iyi bir konuma getirdiği, amelin de imanı kuvvetlendirdiği, bu açıdan aralarında olumlu ve olumsuz etkileşimlerin bulunduğu bilinen bir gerçektir.
İmanın mahiyeti ile bağlantılı olarak tartışılan konulardan biri de imanın artması veya eksilmesi meselesidir. İmanı kalbin tasdiki, dilin ikrarı veya kalbin tasdikiyle beraber dilin ikrarı şeklinde tanımlayanlar imanın artma ve eksilme kabul etmeyeceğini ileri sürerken ameli, imandan bir cüz sayanlar onun artıp eksilebileceğini kabul ederler. İbn Hazm ve Selef alimleri imanın artıp eksilebileceği görüşünü benimsemiş, Matüridiler'le Eş'ariler'in çoğunluğu imanın artıp eksilmesini mümkün görmemiştir. Ebü'l-Muin en-Nesefi imanda artma ve eksilmenin kabul edilemeyeceğini ancak salih amellerle kalpte meydana gelen nur ve aydınlığın artabileceğini, masiyetlerle de bu nurun azalabileceğini söyler. Ona göre, "Allah'ın nurunu ağızlarıyla (güya) söndürmek istiyorlar. Halbuki inkarcılar hoş görmese de Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez" (et-Tevbe 9/32) mealindeki ayet bunun delilini oluşturur. İmandaki artıştan bahseden bazı ayetler ise (Enfal 8/2; Tevbe 9/124; Feth 48/4) imanın kuvvetiyle yorumlanmış, imanın tasdik yönünden değil, kemal ve kuvvet itibarıyla üstün olabileceği yönünde anlaşılmıştır.
Allah inancının gönüllerde kök salabilmesi ve hayatın her alanına yansıyabilmesi onun gereğince yaşanmasına bağlıdır. Kur'an'da iman ile birlikte sıklıkla kullanılan "salih amel" ifadesi, dinin yapılmasını emir ya da tavsiye ettiği iyi, doğru, faydalı ve sevap kazanmaya vesile olan işler anlamına gelir. Bu bakımdan iman-salih amel arasındaki ilişki sosyal hayatta bir bilinç düzeyi oluşturmaktadır.
Hz. Peygamber'in mümin ve Müslüman tanımında diğer insanlarla olan ilişkideki güven unsuru öne çıkarılır: "Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir. Mümin de insanların canları ve mallarının güvende olduğu kişidir." (Tirmizi, İman, 12). Bir diğer hadiste ise "sana nasıl davranılmasını istiyorsan sen de başkalarına öyle davran" şeklindeki ahlaki ilke ile iman arasında doğrudan bir ilişki kurulur: "Hiçbiriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz." (Buhari, İman, 7).
Hz. Peygamber'in hadislerinde Allah'a iman ile insanın bireysel, toplumsal ve evrensel yönü arasında ne kadar güçlü bir ilişki olduğu açık bir şekilde görülmektedir: "Her kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa komşusuna eziyet etmesin. Her kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa misafirine ikramda bulunsun. Her kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa ya hayır söylesin ya da sussun!" (Buhari, Edeb, 3) "Varlığım elinde olan Allah'a yemin olsun ki iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (gerçek manada) iman etmiş olmazsınız." (Ebû Davûd, Edeb, 130).
YAZAR
Mustafa Sinanoğlu