Günlük hayatta hak deyimi genellikle hukuk düzenince yasaklanmamış bir davranışı ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Örneğin herkesin öğrenim görme, seyahat etme veya oy kullanma hakkına sahip olduğundan söz edilir. Bu tür haklar genellikle kamu hukukundan doğan ve "kamu hakları" olarak adlandırılan haklardır. Buna karşılık özel hukuk anlamında teknik bir kavram olarak "hak", inhisari bir nitelik taşır ve belirli bir konuda bir kişinin sahip olduğu yetkiyi ifade eder. Ancak özel hukukun bireylere tanıdığı bütün imkanları ve yetkileri hak olarak nitelendirmek mümkün değildir. Hak ve fiil ehliyetine sahip herkesin sahip olduğu imkanlar veya irade özgürlüğü çerçevesinde herkese tanınan yetkiler teknik anlamda hak değildirler.
Bazı dillerde "hak" ve "hukuk" kavramları aynı kelime ile ifade edilir. Örneğin Almanca ve Fransızca'da aynı kelime her iki kavrama da karşılık gelmektedir. Oysa Türkçe'de olduğu gibi İngilizce'de de hak ve hukuk kavramları için farklı sözcükler mevcuttur.
Roma hukukunda hak kavramı yerine, actio, yani dava hakkı esas alınmış ve şahıslara bazı durumlarda mahkemeye başvurma hakkı tanınmıştı. Bernhard Windscheid (ö. 1892) Roma hukukunda hakkın yerine kullanılan "actio"nun, modern hukuk açısından değerlendirildiği takdirde, biri maddi hukuka, diğeri usûl hukukuna ilişkin iki unsura ayrıştırılabileceğini belirtmiştir. Buna göre, maddi hukuka ilişkin unsur "talep"tir ve sahibine bir başkasından bir şeyi isteme yetkisi verir. Usûl hukukuna ilişkin unsur ise bu talebin gerektiği zaman mahkeme yoluyla yerine getirilmesini sağlama yetkisi, yani dava hakkıdır. Bu yazar tarafından ortaya atılan "talep" kavramı Alman Medeni Kanunu'nda da benimsenmiş ve "bir başkasından bir şeyi yapmasını veya yapmamasını istemek hakkı" olarak tanımlanmıştır.
Çeşitli kanun hükümlerinde haktan söz edilmesine rağmen, hakkın tanımı yapılmamıştır. Bu durum doktrinde çeşitli tanım önerilerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hak, özel hukukun merkez kavramı olduğu halde, üzerinde herkesin birleştiği bir hak tanımı bugün dahi mevcut değildir.
19. yüzyılda yapılan hak tanımları klasik olarak iki ana grupta toplanır. Bunlardan ilki, hak sahibinin iradesini esas alan görüştür. Bu görüş taraftarlarına göre hak, "hukuk düzeni tarafından tanınan bir irade gücü veya irade hakimiyetidir". Bu görüşün hak kavramını tam olarak izah etmekte yeterli olmadığını ileri süren bazı yazarlar iradeyi değil, menfaat kavramını esas almışlardır. Bu ikinci görüşe göre hak, "hukuk düzeni tarafından korunan menfaattir". Ancak bu görüş de menfaatin hakkın konusu olduğu ama hakkın bizatihi kendisi olmadığı noktasında yoğun eleştirilere uğramıştır. Hak kavramının ne tek başına irade kudretinden ne de menfaatten oluştuğunu, aslında bu unsurların her ikisini de bünyesinde barındırdığını kabul eden bazı yazarlar, yukarıda belirtilen iki tanımın kombinasyonundan oluşan yeni bir hak tanımı yapmışlardır. Günümüzde de hakim olan bu görüşe göre hak, "sahibine menfaatlerinin tatmini ve korunması için hukuk düzeni tarafından tanınan irade gücüdür".
Bir hakkın iktisabı için gerekli olgular bazen belli bir süreç içerisinde, zamana yaygın bir biçimde gerçekleşir. Hakkın iktisabı bu olguların adım adım gerçekleşmesi ile tamamlanır ve nihai bir nitelik kazanır. Bir hakkın iktisabı için gerekli olgulardan bazıları gerçekleşmiş olmakla birlikte, kurucu nitelik taşıyan son bir unsurun hala eksik olduğu, ancak bu unsurun gerçekleşmesinin hakkı devreden kişinin veya üçüncü bir şahsın iradesine değil, hakkı iktisap edecek şahsın iradesine veya belirli bir olayın gerçekleşip gerçekleşmemesine ya da belirli bir sürenin geçmesi şartına tabi olduğu durumlarda ise "beklenen hak"lardan söz edilmektedir. Beklenen hakkın sahibi gerek hakkı devreden şahsın gerek üçüncü şahısların bu beklentiyi ihlal eden davranışlarına karşı korunmuştur. Ayrıca hak sahibinin beklenen hak üzerinde ara dönemde bazı tasarruflarda bulunması da mümkündür. Beklenen hakların söz konusu olduğu durumlara örnek olarak, geciktirici şarta bağlı işlemler gösterilebilir. Türk Borçlar Kanunu'na göre şartın gerçekleşmesine kadar olan dönemde hakkı iktisap edecek kişinin menfaatlerini koruyan birtakım önlemler alınmıştır.
Haklar değişik kriterlerden (hakkın konusu, niteliği, devredilebilip devredilememesi vb.) hareketle çeşitli ayrımlara tabi tutulmuştur. Ancak bu hususta bir görüş birliği yoktur. Örneğin bazı yazarlar hakları nitelikleri açısından "hakimiyet hakları" ve "nisbi haklar" olarak ikiye ayırırken, diğer bazı yazarlar bunlara ilaveten yenilik doğuran hakların ve defi haklarının da mevcut olduğunu ifade etmektedir. Buna karşılık bazı yazarlar sadece mutlak hakları değil, nisbi hakları da hakimiyet hakları başlığı altında incelemektedir. Keza, diğer bazı yazarlar ise hem hakimiyet haklarını hem de nisbi hakları "asli haklar" olarak isimlendirmektedir. Bir kısım yazar ise asli haklar deyimi yerine "yararlanma hakları" deyimini tercih etmektedir. Asli haklar veya yararlanma hakları olarak adlandırılan bu grubun karşısında "tali haklar" grubunun (yenilik doğuran haklar, defi hakları, yönetim ve temsil hakları) yer aldığı ifade edilmektedir. Bazı yazarlar tali hakları ifade etmek üzere "düzenleme hakları" tabirini kullanmaktadır. Bu sebeple, son derece tartışmalı bu ayrımlar yerine, sadece bazı hak türleri hakkında kısaca bilgi verilmesi daha doğru olacaktır. Buna göre:
Mutlak haklar, hak sahibi tarafından hakkı ihlal etmesi söz konusu olan herkese karşı ileri sürülebilen haklardır. Herkes bu haklara uyma, onları ihlal etmekten kaçınma yükümlülüğü altındadır. Eşya üzerindeki mutlak haklar, ayni hak görünümünde ortaya çıkarlar. Kişilik hakkı, velayet hakkı, manevi yönü ile fikri haklar da mutlak haklardandır.
Nisbi haklar ise bir hukuki ilişki çerçevesinde, ancak belirli bir kişiye veya sınırlı bir grup halindeki belirli kişilere karşı ileri sürülebilen haklardır. Nisbi hakların tipik örneğini alacak hakkı oluşturmakla beraber, nisbi haklar alacak hakları ile sınırlı değildir; kişiler hukukuna (örn. Derneklerde üyelerin oy hakkı) ve aile hukukuna (örn. Nafaka talep etme hakkı) ilişkin bazı haklar da nisbi hak niteliği taşımaktadır. Yenilik doğuran haklar da nisbi haklardandır.
Türk Medeni Kanunu'nda sayılan nisbi hakların tapu siciline şerh verilerek etkisini kuvvetlendirme imkanı da mevcuttur. Ancak şerh nisbi hakkın niteliğini değiştirmemekte, o hakkı bir ayni hak haline dönüştürmemekte, sadece etki alanını genişletmektedir.
Defi hakkı, kendisine karşı bir hak kullanılan şahsa sunulan bir savunma vasıtası, bir "karşı haktır". Defi hakkı sahibi, bu hakkını kullanmak suretiyle kendisine karşı ileri sürülen bir hakkın hukuki sonuç doğurmasını geçici bir süre için veya sürekli olarak engelleme imkanına sahiptir. Defi hakkının bir karşı hak olarak yöneldiği, yani onu geçici veya sürekli olarak etkisizleştirdiği hak genellikle alacak hakkıdır. Dolayısıyla defi hakkı denildiğinde borçlunun bazı hususları ileri sürerek ifadan geçici veya sürekli olarak kaçınma yetkisi anlaşılır.
Yenilik doğuran haklar, tek taraflı bir işlem ile bir hukuki ilişkiyi kurma, içeriğini değiştirme veya sona erdirme suretiyle başka bir şahsa, hukuk alanında değişiklik meydana getirme yetkisi veren haklardır. Yenilik doğuran haklar, sahibine olağan dışı bir hukuki güç sağladıkları için, bu gücün özel bir yetkiye dayanması gerekir. Bu yetki, ya bir hukuki işlemden (vasiyetnameden veya sözleşmeden) ya da doğrudan doğruya kanundan kaynaklanır. İptal, geri alma, dönme, fesih, mirasın reddi, mirasçılıktan çıkarma, takas, keza -doktrindeki hakim görüşe göre- önalım, geri alım ve alım hakları yenilik doğuran haklara örnek olarak gösterilebilir.
Yenilik doğuran haklar bakımından hak sahibi lehine olan tek yanlı güç dağılımını dengelemek ve muhatabı da tamamen korumasız bırakmamak için, bu hakların kullanılmasının tabi olacağı bazı esaslar oluşturulmuştur. Buna göre, yenilik doğuran haklar bir defa kullanılmakla sona erer ve tükenir. Hakkın kullanılması ile meydana gelen hukuki durumun, hak sahibi tarafından tek yanlı olarak ortadan kaldırılması kural olarak mümkün değildir. İkinci olarak, yenilik doğuran haklar şarta bağlı olarak kullanılamaz. Bu kurallar muhatabın menfaatini koruma amacına yönelik olduğu için, istisnaen muhatabın menfaatlerinin tehlikede olmadığı durumlarda terk edilebilir. Bu tür durumlarda, kullanılmış bir yenilik doğuran hakkın geri alınması veya hakkın kullanılmasının bir şarta bağlanması mümkündür. Nihayet, yenilik doğuran haklar, alacak haklarından farklı olarak, zaman aşımı süresine değil, hak düşürücü süreye tabidir.
YAZAR
Vedat Buz