Erdemli yurttaşların kamusal yaşama katılım yoluyla hem kamu yararını hem de özgürlüklerini gerçekleştirdikleri fikrine dayalı bir yönetim biçimini savunan antik bir siyasal düşünce geleneğidir. Kökleri Antik Yunan ve Roma'ya kadar gerilere gider. Antik Yunan düşünürlerinin, özellikle de Aristoteles'in düşüncelerinde cumhuriyetçilik ile ilgili iki ana tema göze çarpar: 1) Siyasal erdemlere sahip yurttaşların kamusal hayata aktif katılım yoluyla hem kendilerini hem de ortak iyiyi gerçekleştirdikleri bir değerler siyasal cemaati olarak cumhuriyet fikri. 2) Klasik yönetim biçimleri olan monarşi, aristokrasi ve demokrasinin karışımı olan karma yönetimin (cumhuriyetin) hem bu yönetimlere ait erdemleri içinde barındırması ve bu yönetimlerin bozulma eğilimlerini en aza indirmesi hem de ortak iyiyi gerçekleştirmesi bakımından en iyi yönetim biçimi olduğu fikri.
Tüm yurttaşların yönetime katılmasını sağlayacak bir büyüklükte olan kent devleti (polis) Antik Yunan cumhuriyetçiliğinin ideal devlet ölçeği olarak görülür. Kent devleti ölçeğindeki bir cumhuriyette yurttaşlar hem yönettikleri hem de yönetildikleri bir siyasal yaşamı paylaşabilirlerdi ki bu onlar için en iyi yaşam biçimiydi. Antik Yunan cumhuriyetçiliğinin ideal yurttaşlık anlayışı ise yurttaşların erdemli olmalarına dayanıyordu. Erdemli yurttaş, düşünce ve eylemleriyle kendisini tamamen ve etkin bir biçimde ortak iyiye katkıda bulunmaya adayan yurttaştı.
Antik Yunan'da doğan bu cumhuriyetçi fikirler Polybios ve Cicero gibi Antik Roma düşünürleri tarafından da benimsenerek işlenmiş ve cumhuriyetçilik Roma döneminin hakim düşünce geleneği durumuna getirilmiştir. Romalı düşünürler cumhuriyetçiliğin özgürlük, erdem ve yurtseverlik gibi niteliklerine dikkat çekmişlerdir. Cumhuriyetçilik bağlamında özgürlüğü hem tiranların keyfi iktidarından bağımsızlık hem de yurttaşların yönetime katılmak suretiyle ortak işlerini yürütme hakkı anlamında kullanmışlardır. Onlara göre cumhuriyetçi özgürlüğün korunması, bir yandan devletin monarşik, aristokratik ve demokratik unsurları arasında denge kuran karma bir anayasaya sahip olmasını diğer yandan ise yurttaşlarının yurtseverlik ve kamusal ruhluluk gibi siyasal erdemler göstermelerini -kamu yararını kendi kişisel çıkarları üstünde tutma istek ve kararlılığında olmalarını- gerektiriyordu.
Roma dönemi sonrası yüzyıllarca Hristiyanlık siyasal düşüncesinin gölgesinde kalan cumhuriyetçi fikirler Rönesans'la birlikte yeniden canlanmaya başladı. Rönesans siyasal düşünürleri kendini yöneten bir cumhuriyetin sahip olduğu siyasal özgürlüğü en yüksek siyasal ideal olarak gördüler. Özellikle Machiavelli, kent cumhuriyetlerinin sahip oldukları özgürlüğü bir prensin yönetiminde olmalarına değil, yasanın yönetimi altında kamu yararı için birlikte yaşayan özgür ve eşit yurttaşların cumhuriyeti olmalarına borçlu olduklarına işaret ediyordu. Ona göre yurttaşların siyasal yaşama aktif katılımı, hem siyasal toplumun bağımsızlığının hem de yurttaşların kişisel özgürlüklerinin gerekli koşuluydu.
İç savaş ve monarşik yönetimin yıkılmasının yarattığı ortamda, 17. yüzyıl İngiltere'sinde, Rönesans cumhuriyetçilerinin, özellikle de Machiavelli'nin fikirleri yeniden ele alınıp işlendi ve dönemin şartlarına uyarlandı. James Harrington, Aristoteles ve Machiavelli'nin düşüncelerinden esinlenen Oceana adlı bir cumhuriyetçi ütopya yazdı. Harrington, klasik karma yönetimi çağının koşullarına uyarladı ve özgürlüğün korunmasında kurumsal düzenlemelerin gücüne vurgu yaptı. Mülk sahipliğini yurttaşlıkla özdeşleştirdi, çünkü mülk sahibi olmak başkalarına bağımlı olmamak demekti. Böylece sivil ve kamusal yaşamı biçimlendiren bağımsız yurttaş topluluğu -mülk sahiplerinin cumhuriyeti- fikri sonraki dönemlere de damgasını vuracak şekilde Harrington ile birlikte ortaya çıkmıştır.
Harrington'un bu fikirleri 18. yüzyıl İngiliz siyasal düşüncesini cumhuriyetçi doğrultuda şekillendirdi. Dönemin siyasal düşünürleri yaşadıkları çağın siyasetini klasik cumhuriyetçi terimlerle ifade ediyorlardı. Onlara göre İngiliz meşruti monarşisi (kral ve parlamentonun iktidarı paylaşması) karma yönetimdi, mülk sahibi kontlar bağımsız yurttaşlardı. Geleneksel olarak cumhuriyetçi yönetimin küçük ölçekli kent devletleri için uygun olduğu düşünülürken, 18. yüzyıl İngiliz düşünürlerinin kendi dönemlerinin ülke siyasetini klasik cumhuriyetçi terimlerle yorumlamaları cumhuriyetçi yönetimin daha büyük ölçekli devletlerde de uygulanabileceği fikrini doğurdu.
Cumhuriyetin daha geniş ölçekli devletlerde de uygulanabileceği fikri Amerikan ve Fransız devrimlerine giden süreçte cumhuriyetçi ideolojinin değişip dönüşmesine yol açtı. Cumhuriyetçiler artık kent devleti ölçeğinde değil, ulus-devlet ölçeğinde özyönetimi savunuyorlardı. Yurttaşların doğrudan siyasal katılımı ilkesi ise yerini halk iradesinin temsilcileri ilkesine bırakıyordu. Bu bağlamda Montesquieu ve Rousseau'nun fikirleri dönemin cumhuriyetçilik düşüncesini şekillendirmede etkili oluyordu. Montesquieu, cumhuriyetçi devleti erdem ilkesi ile özdeşleştiriyordu. Her ne kadar hayran olduğu cumhuriyetçi yönetim biçiminin Antik Yunan ve Roma'da kaldığını ve modern devlete uygulanamayacağını düşünse de sistemli bir biçimde teorileştirdiği (kökleri klasik karma yönetim idealinde yatan ve İngiltere'deki sınırlı monarşide uygulandığını düşündüğü) kuvvetler ayrılığı fikri çağdaş cumhuriyetlerin anayasalarında yansımasını bulmuştur. Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin farklı organlar eliyle kullanılması ilkesi, iktidarın tek elde toplanıp mutlaklaşmasını engelleyerek bireysel özgürlüklerin korunmasını sağlayan bir mekanizma olarak sonraki dönemlerde cumhuriyetçi yönetimlerin önemli bir unsuru haline geldi.
Rousseau siyasal yaşama katılım anlamında (pozitif) özgürlük ve erdeme önemle vurgu yapan Aristotelesçi yurttaşlık anlayışını benimsemesi, insanın yalnızca siyasal toplumda yaşayarak kendini gerçekleştirebileceğine ve bu şekilde tam olarak özgürlüğünü yaşayabileceğine inanması gibi yönleriyle belki de klasik anlamda son cumhuriyetçiydi. Erdemli yurttaşların siyasal yaşama aktif olarak katılacakları cumhuriyetçi yönetim için ideal devlet Rousseau için de kent devletiydi. Ancak Toplum Sözleşmesi adlı eserinde klasik cumhuriyetçi temaları yoğun bir biçimde işlemekle kalmıyor aynı zamanda cumhuriyetçiliği modern dünyaya uyacak şekilde yeniden inşa ediyordu. Egemen halkın genel iradesi fikri kendisinden sonraki dönemlere de damgasını vuruyor ve modern cumhuriyetçi yönetimlerin temel ilkelerinden birisi haline geliyordu.
Fransız devrimiyle birlikte başlayan süreçte Fransız cumhuriyetçiliği önemli ölçüde Rousseau'dan etkilendi. Yurttaşlık erdemleri, yurtseverlik ve kamusal yaşamla ilişkilendirilen pozitif bir özgürlük anlayışı, işlenen ana temalardı. Cumhuriyetçi özgürlüğün korunmasında yurttaşlık erdemlerinin rolüne vurgu yapılıyordu. Amerikan Devrimcileri ise yeni anayasayı savunurken özgürlüğün korunmasında kurumsal düzenlemelerin rolüne daha çok vurgu yapıyorlar, geleneksel denge ve denetleme mekanizmalarını ve kuvvetler ayrılığı sistemini ön plana çıkarıyorlardı.
18. yüzyıl sonlarında hakim olmaya başlayan liberal ideolojinin ve kültürün etkisiyle cumhuriyetçilik, yurttaşlık erdemlerinden çok kurumsal düzenlemelere vurgu yapmaya başladı. Temsili demokrasi yoluyla halkın iradesinin temsili fikri, klasik cumhuriyetçiliğin aktif yurttaşlık fikrinin yerini alıyordu. Bunda liberal negatif özgürlük fikrinin hakim özgürlük anlayışı olmaya başlaması önemli bir etkendi. Özgürlük artık yurttaşların yönetime katılma hakkı anlamında pozitif özgürlük olarak değil, daha çok bireysel (negatif) özgürlük, hakların siyasal iktidarın ve başkalarının müdahalelerine karşı korunması anlamında kullanılıyordu. Cumhuriyetçiler de bu yeni özgürlük anlayışının korunması ve yaşanması için artık erdemden çok siyasal iktidarın kötüye kullanılmasını önleyecek kurumsal denge ve denetleme mekanizmaları üzerinde duruyorlardı. Bu doğrultuda hukukun yönetimi, kuvvetler ayrılığı, demokratik yönetim gibi ilkelerin hayata geçirilmesini ve temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasını sağlayacak mekanizmaların oluşturulmasını savunuyorlardı.
Geçirmekte olduğu bu dönüşüme rağmen cumhuriyetçilik 19. yüzyıl boyunca geleneksel monarşilere karşı verilen mücadelenin hem ilham kaynağı hem de uğrunda savaşılacak ideali olmuştur. Ancak sonraları hem geleneksel monarşilerin anayasal monarşilere ya da demokratik cumhuriyetlere dönüşerek ortadan kalkması hem de kamusal yaşama katılımı yurttaşların özel yaşamından öncelikli kılan klasik özgür cumhuriyet fikrinin liberal negatif özgürlük anlayışının hakim olduğu modern dünya koşullarında kabul görmemesi yüzünden, cumhuriyetçilik liberal ideolojinin gölgesinde kalarak, 20. yüzyılın büyük bölümünde siyasal gündemden neredeyse tamamıyla düşmüştür.
20. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak ise bir siyasi düşünce geleneği olarak cumhuriyetçiliğin yeniden doğuşuna tanıklık ettik. Önce klasik cumhuriyetçiliği mükemmeliyetçi bir siyaset felsefesi olarak yorumlayan Neo-Atina Cumhuriyetçiliği (sivik hümanizm ve komüniteryanizm) ortaya çıktı. Arendt, Pocock ve Sandel gibi düşünürler tarafından geliştirilen Neo-Atina yorumuna göre, klasik cumhuriyetçiler kurucu unsurları aktif yurttaşlık, kamusal ruhluluk ve yurttaşlık erdemleri olan belli bir iyi yaşam biçiminin gerçekleştirilmesi fikrine dayalı (mükemmeliyetçi) bir siyaset felsefesi savunmuşlardır. Neo-Atina Cumhuriyetçileri, bu iyi yaşam idealinin özellikle Aristoteles'in yazılarında ifadesini bulan Antik Yunan kent devleti deneyimi kadar gerilere gittiğini kabul ederler. Onlara göre klasik cumhuriyetçi gelenekte aktif siyasal katılım, yurttaşlık erdemleri ve kamusal ruhluluk gibi iyiler, insan gelişimi için içkin bir biçimde değerli olan unsurlar olarak görülür. Özgürlük özel olanla değil, kamusal olanla ilgilidir; pozitif bir özgürlük ideali benimsenir. Özgür olmak aktif yurttaşlık ve yurttaşlık erdemi temelindeki iyi yaşam biçimine (kamusal yaşama) katılmaktır. Bu süreçte yurttaş hem kendini gerçekleştirir hem de ortak iyiye katkıda bulunur.
Klasik cumhuriyetçiliğin Neo-Atina yorumundan sonra özellikle Skinner, Viroli, Pettit gibi yakın dönem düşünürler aynı düşünce geleneğinin Neo-Roma (sivik cumhuriyetçi) yorumunu geliştirdiler. Neo-Roma cumhuriyetçilerine göre klasik cumhuriyetçiliğin en önemli değeri tahakkümsüzlük olarak ya da keyfi iktidardan bağımsızlık olarak tanımladıkları özgürlük idealidir. Bu özgürlük ideali negatif bir özgürlük anlayışına dayalıdır, çünkü aktif yurttaşlık ve yurttaşlık erdemlerine dayalı bir iyi yaşam biçimine katılımı gerektirmez. Gerektirdiği tek şey tahakkümün ya da keyfi iktidara bağımlılığın yokluğudur. Siyasal katılım, kamusal ruhluluk, yurtseverlik, kamusal iyiyi kişisel çıkarların üstünde tutmak gibi yurttaşlık erdemlerinin önemi kendi başına içkin bir değere sahip olmalarından değil, tahakkümsüzlük olarak özgürlüğü güvence altına alma ve korumadaki işlevlerinden kaynaklanır. Bu nedenle yurttaşlık erdemleri içkin değil, araçsal bir değere sahiptir. Belli bir iyi yaşam biçimini değil, tahakkümsüzlük olarak özgürlüğü gerçekleştirme fikrine dayanan Neo-Roma Cumhuriyetçiliği, klasik cumhuriyetçiliğin araçsal bir yorumudur ve bu anlayışın kökenleri, Cicero'nun düşüncelerinde ifadesini bulan Antik Roma deneyimi kadar gerilere gider.
Modern liberal demokrasilerin karşılaştığı siyasal meselelere ilgisizlik, yetersiz siyasal katılım, yolsuzluk, demokrasi açığı ve meşruiyet krizleri gibi türlü sorunlar hem liberal siyaset teorisinin sorgulanmasına yol açmakta hem de bu sorunlara çözüm arayışında ilginin eski bir düşünce geleneği olan cumhuriyetçiliğe kaymasına yol açmaktadır. Ancak bu eski düşünce geleneğinin çağdaş yorumlarının modern toplum için neleri vaat ettiği henüz tam olarak ortaya konabilmiş değildir.
YAZAR
Nafiz Tok