Cinsiyet ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık olarak ifade edilebilir. Ayrımcılığın diğer formları gibi açık ve/veya örtülü olarak, bir cinsiyetin farklı özelliklerine dayandırılarak diğeri üzerine ayrıcalıklı tanımlanması ve diğerine göre üstün görüldüğü bir bakış açısıdır. Kavram bir cinsiyete atfedilen özelliklerin toplumsal süreçlerde bilimsel, politik ya da kültürel olarak adaletsiz hak dağılımının meşrulaştırılması için kullanılmasını da ifade eder.
Cinsiyetçilik hem kadınların hem de erkeklerin cinsiyetlerine özgü bilgilere dayandırılarak uğradıkları ayrımcılıkları içerir ve birçok çalışmada özellikle hem kadınları hem de erkekleri olumsuz etkileyen toplumsal bir mesele olarak yer alır. Fakat tarihsel ve bağlamsal olarak bakıldığında kadınların cinsiyetlerine dayalı ayrımcılıktan çok daha fazla etkilendiği görülmüştür.
Tarihsel süreçte cinsiyetçiliğin kadını önceleyen pozitif ayrımcılığa, erkek düşmanlığı ve erkeklere karşı cinsiyetçiliğe sebep olduğu eleştirileri ortaya çıkmıştır. Ayrıca cinsiyetçilik tartışmalarının homojen, ırksız ve sınıfsız bir kadın tanımı üzerinden yapılması, orta sınıf "beyaz" kadınları merkeze alan bir hak arayışını merkeze yerleştirmekte ve sosyal sınıf ve ırkçılığa bağlı bir adaletsizlik de içerdiği vurgulanmaktadır. Patriarka (ataerkillik) üzerinden açıklanan cinsiyete dayalı ayrımcılık tek başına toplumdaki adaletsizliği anlamada sınırlıdır ve ırk, etnisite, sınıf, dil, din gibi birçok etkenle birlikte düşünülmelidir. Cinsiyet için varsayılan biyolojik farklılıklardan daha çok tarihsel, ekonomik, politik, sosyal ve kültürel bağlamın kadınların "zayıf cinsiyet" olarak tanımlanmasında etkili olduğu konusunda görüşler ağırlık taşımaktadır.
Sosyolojik olarak cinsiyetçilik bireysel, kurumsal, sistemsel, dile dayalı, bürokrasiye içkin şekilde ele alınır ve toplumsal cinsiyete dayalı ön yargı ve sosyal rollerin stereotipleştirilmesini destekleyen pratiklerin, söylemlerin, bilgi üretimlerinin, ideolojilerin ve iktidar ilişkilerinin hepsini içerir. Birçok sosyolog ve antropolog cinsiyetçilik terimini kullanmasa da toplumsal cinsiyet eşitsizliği (gender inequality) ya da toplumsal cinsiyet ayrımcılığı (gender discrimination) kavramsallaştırmaları ile konuyu ele almışlardır. Özellikle cinsiyetçiliğin kurumsal sistemlerin bilgi üretimine içkin olarak sürdürüldüğü ve üretildiği argümanı öne çıkmaktadır. 1960'larla beraber emek piyasasında ve işyerinde cinsiyet ayrımı yapılmasına karşı eşit olmayan ödemeler ve "kadın" ve "erkek" işleri tanımlamalarının ve farklı değerler atfedilmesinin altı çizilmiştir. Belli hakların verilmesi, ücretlerin eşitlenmesi ya da arttırılmasından çok bazı istihdam sektörlerinde "kadınsı" olarak görülen işlerin neden "eril" olarak görülen işlerden daha değersiz bulunduğunun tekrar düşünülmesi gerektiği ortaya çıkmıştır. Kadın ve erkek ile ilgili tanımların makro seviyede Batı-Doğu, medeni-geri kalmış, modern-geleneksel gibi ikili karşıtlıkların içinde yer aldığı hatta küreselleşme sürecinin içinde küresel olanın her zaman eril olarak, yerel olanın ise dişil olarak konumlandırıldığı ileri sürülmüştür. Kadınların iş gücüne katılımının kadınları cinsiyetçi sistemden çıkarmadığı hatta işveren ve iş yeri yapılarının erkekleri kurumların "doğal" bir parçası fakat kadınları profesyonel bir çalışandan ziyade anne, abla, kardeş, bacı gibi tanımlarla konumlandırdıkları ve kadınların da bu tanımlamalara rıza gösterdikleri hatta yeniden ürettikleri görülmüştür. Böylece "erkek" evin ekonomik kalkınmasından sorumlu "profesyonel" ve "rasyonel" olan, kadın ise kamusal alanda bile "eve" ait sorumluluklarla tanımlanan "duygusal" olan birey özelliklerine sıkıştırılmıştır.
Bununla bağlantılı olarak, sosyologlar dilin yapısında ve günlük iletişimde dilin içine gömülmüş cinsiyetçiliğin önemini de vurgulamaktadır. Cinsiyetçilik dil, medya, kurumlar, iş yeri, hane ile ilişkiler üzerinden çeşitli yollarla üretilerek kadınları ve erkekleri temsil etme ve tasvir etme şekilleri ile meşruluk kazanır. Egemen ideolojilerin, bilgi üretimlerinin ve sistemlerin ataerkil olması dolayısıyla dilin, iletişim araçlarının ve kültürel varsayımların erkeklerin çıkarlarını öncelediği ve kadının bu söylem çerçevesi içinde kalmaya zorlandığı eril bir söylem pratiğinin aslında erkek egemen bir sistemi de mümkün kıldığı söylenmiştir. Özellikle 1970'lerde reklamlarda ve medya araçlarında kadınların cinsiyetleştirilmiş görsellerinin kullanımına karşı olan kampanyalarda kadınların metalaştırılarak öznelerinin yok sayılması eleştirisi önem kazanmıştır.
Cinsiyetçiliğin tanımı da biyolojik cinsiyet/ toplumsal cinsiyet ya da doğa/ yetiştirme gibi ikili karşıtlık tartışmaları ile birlikte sürekli değişmektedir. Başta biyolojik cinsiyete dayalı ayrımcılık vurgulanırken toplumsal cinsiyet kavramsallaştırmaları ile beraber biyolojik farklılıklara dayalı ayrımcılığın da kültürel ve sosyal bilgi üretimi ve pratiklerle ilişkili olduğu görülmüştür. Postmodern akademisyenler ise süreçte farklı grupların egemen sistemin parçası olarak cinsiyetçiliği tekrar ürettiğini belirtmiştir. Kadınlar ve erkekler arasında biyolojik ya da kültürel varsayımlara dayanan farklılıkların adaletsiz hak dağılımlarının meşrulaştırılmasında kullanılmasının sorunlaştırılması önem kazanmıştır.
Dünyada birçok alanda genel olarak ayrımcılığı ve özelde kadına karşı ayrımcılığı ortadan kaldırmak için yapılan mevzuat çalışmaları olmasına rağmen her ülke, sosyal yapı ve kültürel bağlamda farklı algılandığı, tartışıldığı ve pratik edildiği görülmüştür. Engellenmesi en zor olan cinsiyetçilik formunun, insanların değer ve inanç sistemlerinde, ahlaki ve sosyal ilişkilerinde toplumsal cinsiyet normlarına bağlı olarak gömülü olan formu olduğu söylenmiştir ve hukuksal düzenlemeler ve sınırlandırmalarla önüne geçilmesi çok zordur. Özellikle 1980'ler itibarıyla, cinsiyetçiliğin izomorfik olarak toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığı ifade etmede ve anlamada yeterli olmayacağı ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ırksal, dini, cinsel, sınıfsal ve etnik tüm diğer katmanlarla birlikte değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıkmıştır.
YAZAR
Nursem Keskin Aksay