Cuma akşamı sokaklardan müzik sesi yükseliyordu. Az ilerideki Kürt dürümcünün önünde geleneksel müzikler eşliğinde halay çekilirken, pastanenin önüne yerleşmiş rock grubu Red Hot Chili Peppers’ın “Can’t Stop” şarkısını çalıyordu. “Fête de la musique” yılın en uzun gününde herkesin sokakta olduğu, deliler gibi dans ettiği, bangır bangır müzik çalmanın devlet tarafından teşvik edildiği bir festival. O akşam Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da kutlamalara Elysée Sarayı’ndan katıldı. Önümüzdeki Pazar ilk turu yapılacak parlamenter seçimlerle ilgili konuşmama taahhüdünde bulunmasına rağmen kendisini tutamadı, Fransızların sandığa gitmelerini ve seçimden korkmamalarını söyledi. Aşırı sağın ancak bu şekilde önleneceğinin altını çizdi.
Aynı akşam şehirde Moda Haftası da sürüyordu ve günde birkaç tane yapılan defilelere dünyaca ünlü şöhretler yağmıştı. Ben de müzik gürültüsünden nasıl kurtulurum ya da moda haftası partilerine nasıl katılırım diye köşedeki cafe’de kendi kendime plan yapmaya çalışırken telefonuma gelen mesaj rotamı çizdi. “Hôtel Meurice’e içki içmeye gidiyorum,”diyordu Fransız gazeteci. “Buralardaysan uğra.” Paris’in “palace” unvanına sahip az sayıdaki lüks otelinden Le Meurice’in barı hem müzikten kaçmak hem de moda dünyasının elitlerinin arasına katılmak için mükemmel bir seçenekti. Vardığımdaysa hiç kimsenin moda ya da müzikten bahsetmeye hali olmadığını hemen fark ettim. Saray’daki müzik festivali kutlamalarında siyaset konuşmaktan kendini alamayan Macron gibi saray gibi otelin barında beni bekleyen meslektaşım da ilk bonjour’un ardından hiç uzatmadan “Fransa’nın sonu geliyor!” diye söze girdi.
BÜYÜK BİR KUMAR
Bir Fransız’ın ağzından “Fin de la France!” ifadesini hayatımda kaçıncı kez duyduğumu bilmiyorum. Belki bu milletin hemen her bir ferdi Truffaut’nun “400 Darbe” filmindeki gibi katı bir eğitim ve öğrencilerine düşman gibi yaklaşan öğretmenlerin tedrisatından geçtiği için hayata ve insanlara karşı abartılı derece kuşkulu yaklaşıyorlar. Biraz da olayları dramatize etmeyi seviyorlar. Ama Fransa’nın tarihte birkaç kere sonunun gelir gibi olup yeniden doğduğu da ortada.
Şimdi de bildiğimiz beşinci Cumhuriyet’in sonu mu geliyor? Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın birinci çıkmasından ve 2027’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yine olası bir aşırı sağ zaferinin görünmesinin ardından Fransa’nın sonu tartışmalarına artık her zamanki klasik abartılı yaklaşım gibi bakmak mümkün değil. Macron’un parlamentoyu feshederek erken seçime gitme kararının kumar olduğu konusunda herkes hemfikir. Cumhurbaşkanı’nın bu kararı almadan önce Başbakan ve meclis başkanlarını bilgilendirmesi gerekiyor; altı aydır bu senaryo kafasında dolaşan Macron son gece Başbakan’a bilgi veriyor.
“Le Monde bu süreci çok iyi takip ediyor,” diyor Meurice’teki gazeteci bana. “Her gün çok iyi bilgiler sızıyor, belli ki hükümet içinde de bu karardan hiç memnun olmayanlar var ve gazetecileri besliyor.”
Memnun olmayan sadece hükümet üyeleri değil. Altı hafta tatil yapmaya alışık Fransızlar çoktan seyahat planlarını yapmış, şehirlerini terk etmeye hazırlanmıştı. Özellikle Parisliler yazın Olimpiyat oyunlarının da etkisiyle Temmuz’da şehirden kaçacaktı. “Bir sürü insan için oy kullanmak zorunda kalacağım şimdi,” diyor gazeteci arkadaşım. Vekaletle başkası adına oy verilebilir, ama bu da ayrı bir işlem. “Ne gereği vardı seçimlere,” sorusu siyasi olduğu kadar pratik da bir probleme işaret ediyor.
Cumhurbaşkanı’nın parlamentoyu feshedip seçime gitmesi Macron’a özgü değil. İkisi Beşinci Cumhuriyet’in kurucusu de Gaulle tarafından olmak üzere bugüne kadar beş kere kullanıldı.
En son 1997’de Jacques Chirac parlamentodaki çoğunluğunu kuvvetlendirmek ve ülkeyi daha rahat yönetebilmek için seçimlere gitti. Oysa daha seçileli iki sene olmuştu; bu lüzumsuz kumarın sonunda rakibi sosyalistler yüzde 38.05’le çoğunluğu kazandı ve ülkede “cohabitation” denen iki başlı dönem başladı. Chirac yedi sene olan Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin kanun değişikliğine beş seneye kısaltılmasını da böylece kabul etmek zorunda kaldı.
Macron’un oynadığı kumarın sonucunun lehine çıkma ihtimali yok. Seçimden kendi partisinin birinci çıkma ihtimali olduğuna dair en ufak bir işaret görünmüyor. Aşırı sağ birinci gözükürken aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen ittifak yapan aşırı sol ikinci sırada. Fransa’da iki turlu seçim var ve 7 Temmuz’daki ikinci turda seçmen stratejik oy kullanacak, alışık olduğu üzere. Ama sonuç ne olursa olsun Macron’un istediği çoğunluk kazanmayacak. Sandıktan “cohabitation” çıkacak.
FRANSA MODELİ ÇÖKECEK Mİ
Le Monde’dan Gilles Paris’in açıkladığına göre “cohabitation” sürecinde Fransa, başkanlık sisteminden geçici olarak parlamenter sisteme geçiyor. Yetki Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasında bölünüyor. Bakan atamaları Başbakan’ın yetkisine dahil oluyor. Cumhurbaşkanı’nın geçirmek istediği kanunlar üzerinde söz hakkı kalmıyor, çünkü veto yetkisi gidiyor. Gücü dış politikayla sınırlı: büyükelçi atamaları ve uluslararası antlaşmalar. Paris’e göre geçmişte olduğu gibi devletin iki başının özellikle Dışişleri Bakanı’nın kim olacağı konusunda çatışması söz konusu.
Cumhurbaşkanı’na belli koşullar dışında parlamentoyu feshetme yetkisini Anayasa veriyor, ama bu kararı aldıktan sonra en az bir sene beklemek zorunda. İstifa etmediği sürece 2027’de emekli olacak Macron tekrar beğenmediği parlamentoyu feshedebilir ama her sene seçime giden bir ülke iyice istikrarsızlaşır.
Fransa’da bir süre sistemin tıkanacağı, işlerin yürümeyeceği hemen herkesin görüşü. Özellikle göçmen karşıtı politikaları vurgulayan aşırı sağın iktidarında devlet içinde bir kaosun başlaması da muhtemel. Aşırı sağın 28 yaşındaki olası Başbakan adayı Jordan Bardella stratejik ve devlet güvenliğiyle ilgili işlere sadece Fransızların alınacağını söyledi mesela. Kastettiği “öz” Fransızlar, çifte vatandaşlar değil.
İstikrarsız bir “cohabitation” döneminin ardından 2027’de Fransa’da bu sefer aşırı sağ bir Cumhurbaşkanı ihtimali eskisinden çok daha yakın. “İtalya’da faşistler iktidara gelmiş, ya da Macaristan’da Orbán kazanmış, kimin umurunda,” diye haykırıyor Fransız gazeteci. “Fransa’da faşist iktidar olduğu zaman tarih değişir.”
Avrupa’nın üçüncü, Avrupa Birliği’nin ikinci büyük, dünyanın yedinci ekonomisi Fransa. Yüzölçümü olarak da Avrupa Birliği’nin en büyüğü. Dünyanın dört bir yanına yayılmış bölgeleriyle 12 ayrı zaman dilimini barındıran bir ülke. Ama en önemlisi Fransa bütün dünyaya insan hakları, demokrasi, özgürlükler, dayanışma konusunda bütün dünyaya model olmuş, bu kavramların çoğunu tarih boyunca dünyaya öğretmiş bir ülke. Yıkılıp yeniden kurulan cumhuriyetleriyle hem kendini biraz daha ileriye taşımış, ilerletmiş bir sistem. Burada seçilecek bir Cumhurbaşkanı dünyaya Fransız demokratik sisteminin de çökebileceği mesajını verecek. “Çünkü bizdeki Cumhurbaşkanı öyle Amerika’daki gibi eli kolu bağlı bir devlet görevlisi değil,” diyor. “Cumhurbaşkanı’nın çok fazla gücü var.”
TARİH YAZILIYOR
Beşinci Cumhuriyet anayasayı fesih ya da Macron’un emeklilik yaşını ilerletmek için yetkisini kullanarak parlamentoyu çignemesi gibi güçleriyle aslında devletin tepesine anayasal bir kral yerleştirdi. Bugüne kadar bu yetkilerin kötüye kullanılmaması teamül ve demokrasiye olan bağlılıktan. 2027’deki yeni liderin yetkisini sonuna kadar kullanmayacağının garantisi yok.
Fransız bir bankacı tanıdığım “Burada olmak için doğru zamanı seçtin,” diyor önceki gün yolladığı mesajda. “Geniş kapsamlı sonuçlara yol açacak, devletin ilişkilerinin altüst oluşunu takip etmek için anahtar ülke olacak. Nefes kesici olacak, şiddetli olacak. Duman ve ateş arasında adımlarımızı dikkatli atmamamızda, gökten düşeceklere karşı tedbirli olmamızda fayda var.”
Bizim yakın tarihimizden Erbakan’ın meşhur “Kanlı mı olacak kansız mı,” sloganını aklıam getiren bu mesaj şu son cümleyle bitiyor: “Amerika para yapıyor, İngiltere ticaret, Almanya da iyi ürünler. Fransa, zaman zaman kendi eğlencesi için bile olsa, tarih yazıyor. Gerçi bu sefer kavgadan ve korkudan çok küçümseme de getirebilir.” Yine bir sloganla özetlemem gerekirse: gerçekleri tarih yazar, tarihi de Fransa.
30 Haziran’daki ilk turun pek çokları için korku ve göz açılması olarak hatırlanabileceğini belirtiyor Le Monde. “Tabii bir sonraki hafta ikinci turun da.”
NAZİ KARARGAHININ BARINDA
İkinci Martini’nin sonunda doğru bu konuları konuşmak için doğru yerde olduğumuzu söylüyor Le Meurice’teki gazeteci. Burası, evet, şimdi Fransa’nın en lüks otellerinden biri. Ama 7 Ağustos 1944’te bugünden çok farklı bir isim otele yerleşip tarihin seyrini değiştirmişti. Görev yeri Paris olan Alman Ordusu’nun generali Dietrich von Choltitz 20 bin kişilik birliğini yöneteceği karargâh olarak bellemişti bu oteli. Nazi’lerin Paris’teki işgali Komünist Parti’nin önderliğindeki grevlerle başarısız oldu, Choltitz’in ordusu karşılık verse de isyancılara karşı koyamadı. Nazi’ler sonunda ateşkese razı olmak zorunda kaldı.
Ancak Hitler zarar vermeden teslim olmaya razı değildi ve bu otelde kalan Choltitz’e yolladığı telgrafta şehrin düşmanların eline sadece bir enkaz olarak geçmesini istiyordu. Bu otelin telefonundan yaptığı telefon görüşmelerinde de şehri yerle bir etmesini talimat verdiği generaline ısrarla “Paris yanıyor mu?” diye sorup durdu. Choltitz ise emirlere karşı koydu ve Paris’i yakmadı. Bir rivayete göre zaten kazanamayacağını biliyordu, bir başka rivayete göre Paris’in tarihi öneminin farkında olduğu için yakmaya razı olmadı.
Choltitz bir Nazi generali olsa da tarihe Paris’i yakmayan kişi olarak geçti, belli bir suçtan mahkûm olmadı ve yıllar sonra yeniden Le Meurice’e döndü. Otelin barmeninin onu hemen tanıdığı söyleniyor, onun da sadece eski odasını görmek istediği. Yaklaşık 15 dakika otelde kaldıktan sonra müdürün şampanya teklifini reddediyor ve yanında Pierre Taitinger’le ayrılıyor. Onu İsveç başkonsolosuyla birlikte bu otelde Paris’i kurtarmaya ikna eden adamla.
İnsanların geçmişleri karmaşık olabiliyor. Choltitz bir Nazi generaliyken Paris’in kurtulmasına yol açan isim. Onu ikna edip bu kurtuluşta rol oynayan Taitinger ise 1937 yılında Üçüncü Cumhuriyet’in yıkılıp işgal altındaki Fransa’da Vichy rejiminin kurulmasını ardındaki isim. Vichy rejimi Fransa tarihin bütün özgür politikalarının yok edildiği en karanlık dönemlerinden biri. Muhafazakar Katoliklerin ülkeyi ele geçirdiği, medyanın kontrol altında tutulduğu, Yahudi düşmanlığının yükseldiği, devletin bağımsızmış gibi görünüp Almanya’yla işbirliği yaptığı yıllar. “Fransa’nın dünya sanat ve kültür dünyasında avant-garde konumunu kaybettiği dönem,” diyor Wikipedia.
Bu Wikipedia maddesini özellikle özetledim çünkü “Fransa’nın sonu geldi,” diyenlerin pek çoğu 2027’de yeniden olası bir Vichy rejiminden de endişe ediyor. Le Meurice’in barında o akşam, entre nous, bunlar konuşuldu.