Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Bu ne İlber ne Celal
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        YouTube’da biri şeriatı savunan, diğeri dinin tezlerini tartışan iki kişinin tartışması önüme düştüğünde önce komedi skeci sandım. Çocuklara takım elbise giydirilip yetişkin taklidi yaptırılır, enflasyon ya da dış politika konuşturulurdu eskiden televizyonda. Sonra da izleyiciler güya bundan zevk alırdı. Kendilerini fazlasıyla ciddiye alan bu iki kişinin din tartışması da ancak bir skeç olabilirdi, ama güldürmüyordu.

        Kendilerini ciddi ciddi bir konunun tarafları olarak konumlandırdıklarını anlamam zaman aldı. İzleyiciler de bu tartışmayı bir skeç gibi izlemek yerine saf tutmayı tercih etti. Yetkililerse dine eleştiriler getiren taraf hakkında işlem yapmayı. Birkaç gündür kaçmaya çalışsanız da sosyal medyadaki bu kavgadan habersiz kalmak mümkün değil.

        Bu ikilinin yetkinliği nereden geliyor, belli değil. Söz aldıkları konuda akademik bir araştırma yapmışlar, bir unvan kazanmışlar mı? Herhangi bir konuda yayımlanmış eserleri var mı? Kitap? Makale? Hiç olmadı gazete yazısı? Hepsine hayır. Amatör bir okuryazarın epey yüzeyde kalan entelektüel merakı girişiminin ötesine geçmedikleri belli. Ama cüretleri şaşırtıcı.

        ENLEKTÜELİN SORUMLULUĞU

        Tabu olan konulara, özellikle dine dokunmasınlar demiyorum elbette. İfade özgürlüğüne sonuna kadar bağlılık en saçma görüşlerin bile yüksek sesle dillendirilmesini kabullenmeyi şart koşar. Hyde Park’taki sembolik kürsü bu yüzden var. Birinin görüşleri aşırı derecede rencide edici, sınırları zorlayıcı, insanın tepesini attıracak kadar provokatif de olabilir. Bütün bunları da kabullenmeliyiz; en azından karşı tarafın istediğini dillendirme hakkı olduğunu hatırlamalıyız.

        Ancak kamusal alanda konuşanların da bir sorumluluğu var. Bu sorumluluk başkalarını rahatsız hatta rencide etmekten kaçınsınlar anlamına gelmemeli. İfade özgürlüğü bilakis rencide edici görüşleri de korumak için önemli. Provokasyon da iyi yapıldığında hepimizin ufkunu açabilecek bir düşünce egzersizidir.

        Entelektüel sorumluluk bir konuya tam olarak hakim olmadan söz almamayı gerektirir. Türkiye gibi yüzeysel bilgiden kolay etkilenen, çoğunluğun bilgi sahibi olmadığı, araştırma yapmadığı ya da ezberini bozmaya uğraşmadığı bir ülkede entelektüelin sorumluluğu daha da fazla. Hitap ettiğimiz kitlenin sandığımız kadar aydın olmadığını, kolay aldandığını göz önünde bulundurmamız gerekiyor her zaman. Ne yazık ki böyle toplumun ürettiği entelektüel de YouTube düzeyinde kalıyor.

        Evinde kendi kendine kafasında belli kitaplar okuyup yanıt aramaya çalışan herhangi meraklı bir kişi sadece teknolojiye biraz hakim, video çekmeyi biliyor, YouTube’a yüklüyor diye kendisini kamusal önder olarak görmemeli. Hatta insan bilgilendikçe daha az konuşmaya, daha fazla dinlemeye başlar. Yanıtı peşinde koşulan tek bir soru başka kapıları da açıyor, insan özellikle de sosyal bilimlerde mutlak doğru veya olmadığını öğreniyor.

        Televizyon tartışmalarında aklı başında insanların görünmemesinin bir nedeni var. Akademide de uzmanlık hemen her zaman çok sınırlı bir konuda gerçekleşir. Yıllarını araştırmaya adamış insanlar kendi alanlarının dışına çıkmamaya önem verir. Bu tercih insanın başkalarına olduğu kadar kendisine olan saygısıyla da ilgili. Bilmediği konularda söz alanın rezil olma ihtimali var, ama onun ötesinde başka birinin uzmanlık alanına girmemek entelektüel saygıyla da ilgili.

        Entelektüel çıtanın yüksek olduğu ülkelerde bir jeologun insanlara kendi dışkılarını yemeleri gerektiğine dair sağlık tavsiyelerinde bulunduklarını görmüyoruz. Bir jeolog buna inansa bile kamusal alanda böyle bir tavsiyede bulunmayacağını bilir. Ya da bir ceza hukukçusu sadece televizyonlarda kendisine mikrofon uzatıldığı için uzmanlığı olmadığı her konuda fikir beyan etmek zorunda hissetmez kendisini.

        Bugün kamusal entelektüel olarak adlandırılabilecek ve şöhreti akademinin çok ötesine geçmiş Celal Şengör kendi uzmanlık alanının dışında başka konularla da belli ki ilgili. Ama kendi alanının dışına her çıktığında ve hata yaptığında asıl uzmanlığına da zarar veriyor. Benzer durum, onun kamusal alandaki diğer muadili ve futboldan modaya her konuda görüşüne başvurulan İlber Ortaylı için de geçerli.

        Ne Celal Şengör ve ne İlber Ortaylı çok uzun yıllardır akademik çalışma yapıyor. Çok satanlar listesine giren ve kendileri yazmış gibi sunulan “kitapları” başkalarının kaleme aldığı uzun söyleşiler. Yazılı değil, sözel kanıt bırakıyorlar tarihe. Sözün geçici olduğunu bilecek kadar tarihe hakim olmalarına rağmen hikaye anlatıcı dede konumunu tercih ediyorlar.

        YOUTUBE ZEHİRLENMESİ

        İkisinin de kamuoyunun karşısına çıkışı yaptıkları araştırmaların bulgularıyla değil, hemen her zaman YouTube’da kendileriyle çekilen video’lar. YouTube’a çıkmaya bu kadar meraklı olan birinin akademik araştırma yapması zaman açısından mümkün değil zaten. Söz gelimi bir gün dünyanın bütün server’ları çökerse Şengör veya Ortaylı’dan bir kayıt kalmayacak.

        Türk entelektüel hayatında çıta Celal Şengör ve İlber Ortaylı’da gelip durduğu için bu model başkalarına da örnek oluyor belli ki. Birkaç kitap okuyup ya da kulaktan dolma bilgiyle kedilerini “olmuş” sanıp kamusal alanda söz almaktan çekinmiyorlar. Koca koca adamlar bile sosyal medyanın getirdiği şöhretten zehirleniyorsa dünkü çocukların açlığı da anlaşır. Ama illaki kabul etmek zorunda değiliz.

        Din elbette enine boyuna tartışılmalı. Ancak bu konuda söz alanların binlerce yıllık bir olgunun pek çok tarafı olduğunu, üzerine neredeyse yazılıp çizilmeyen tek bir satır olmadığını bilmesi gerekiyor. İki-üç kitap okumakla olacak iş mi? Katoliklikten İslam’a insanlar dini anlamaya veya çürütmeye hayatlarını adıyorlar ve hala sonuç alamıyorlar. Türkiye’nin İslam’la meselesi de YouTube’da iki gence kalmadı herhalde.

        Her hadsizin haddini kolluk kuvvetleri ve yargının bildirmesi gerekmiyor ama. Cehaletin en yaygın hastalık olduğu bir ülkede çoğunluğun infialine rağmen en etkili silah görmezden gelmektir. Ama Türkiye’nin, otoritenin, sosyal medyanın bunu öğrenmesine zaman var.

        Türkiye’de makul ve aklı başında insan sayısı biraz daha fazla olsa ne 30 yaşında biri dini çökertmeye, ne büyümüş de küçülmüş bir çocuk şeriatı savunmaya kalkışırdı. Savcı ve polisler de kamusal kaynakları daha doğru bir yere harcardı. Böyle bir Türkiye hiç oldu mu, bundan sonra olur mu, onun yanıtını da bir başka YouTube yayınına bırakalım. Kanalıma abone olmayı…