Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Bu hafta sinemaya gittim
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Sinemaya gittim. Birkaç sene öncesine kadar hiçbir anlam ifade etmeyen bu cümle, çoktandır, en azından benim için, olağanüstü bir durum. Sinema salonları pandemiden önce de can çekişmeye başlamıştı, kapalı kaldıkları bir-iki sene boyunca neredeyse yok oldular. New York’ta düzenli olarak gittiğim birçok salon kapandı. Bu neden mi önemli? Oscar’a aday olabilmesi için filmlerin sinemalarda gösterilmesi gereken şehirlerden biri New York. Ve birçok film salon bulmakta zorlanıyor. Amerikan hayatının en önemli eğlencesi olan sinemaya gitme aktivitesi ise giderek nostaljiye dönüşecek.

        Önceki gün sinemada izlediğim Martin Scorsese’nin yeni filmi “Killers of the Flowers Moon” herhalde yazdan beri bilet alıp gittiğim beşinci film. Arada belki gitmişimdir, ama hatırlamıyorum. Son yıllarda sinemaya gitmeye değecek film olmaması, gittiklerim de aklımda kalmaması zaten sektörün yaşadığı krizle beraber. Altı ayda dört kere sinemaya gidecek kadar ucundan sinemasever değilim ben: Üniversitede bir dönem her Cuma günü saat 11:30’da başlayan dersim vardı, 11:30 aynı zamanda o haftanın vizyona giren filmlerinin de ilk seansıydı. Yol ikiye ayrılıyordu, biri okula diğeri sinema salonuna gidiyordu. Her Cuma ama her Cuma istisnasız sinemaya gittim ve senenin sonunda hocayı ikna ederek dersten geçtim. Hangi filmin gösterildiği bile önemli değildi; önemli olan büyü olarak adlandırılan sinemanın parçası olmaktı.

        NETFLIX ETKİSİ

        Bugün sinemaya gitmem üzerinde yazı yazmaya değecek kadar istisnai bir durum. Ama sadece benim için değil. Birçoğumuz filmleri evde izlemeye alıştık. Netflix gibi platformlar olmadan önce bile Türkiye korsan film DVD’leriyle vizyon filmlerini çok önceden evinin rahatlığında seyretmeye alışmıştı.

        Film şirketlerinin Türkiye’deki perdeleri “Recep İvedik” gibi kirliliklerle doldurması, kaliteli filmlerin perde bulamaması gerçek sinemaseveri salonlardan uzaklaştırdı. Oysa filmi hala sinemada izlemeye kararlı bir kitle var, Filmekimi ya da İstanbul Film Festivali’ne süregelen ilgiden bunu anlayabiliriz.

        Netflix gibi platformların “vizyon filmi” diyebileceğimiz iddialı, kaliteli, büyük bütçeli filmlere yatırım yapması, bu filmlerin dostlar alışverişte görsün diye bir hafta falan vizyona sokulduktan sonra platformlara yüklenmesi izleyiciyi tembelleştirdi. Bir de sinemaya gitmek epey pahalı artık: New York ve Los Angeles gibi şehirlerde dört kişilik bir ailenin haftada bir gün film izlemesi neredeyse 100 dolara varıyor. Ulaşım, otopark, mısır, içecek gibi masraflar bilet fiyatının üzerine biniyor.

        Bir-iki hafta sonra bedavaya izlenecek bir filme kim gidip bilet parası verir?

        Buna rağmen Martin Scorsese’nin yeri ayrı. Netflix’in finanse ettiği “The Irishman” in kısa süre içinde platforma yükleneceğini bilmeme rağmen dünyanın en kötü salonunda, berbat koltuklarda izledim. Scorsese’nin filmlerin salonlarda izlenmesi gerektiğine dair bugün adeta yel değirmenleriyle savaşmayı andıran mücadelesi etkili oldu. Ama daha da önemlisi 209 dakikalık süresiyle “The Irishman”i evde konsantre olup izlemem mümkün değildi.

        “House of Cards” dizisinin bir sezonunun tüm bölümlerin aynı anda yayınladığı gün Netflix izleme alışkanlıklarımızı değiştirdi. Ondan önce de DVD’den bir dizinin birkaç bölümünü arka arkaya izlememiz mümkündü, ama en azından bir ara yerimizden kalkıp disc’i değiştirmemiz gerekiyordu. Netflix bize yerimizden kalkmayacağımız bir dünyanın da mümkün olduğunu gösterdi.

        Olan hepimizin konsantrasyonuna oldu. Bir sonraki bölümü merakla beklemeye mecbur kılan dizileri bir oturuşta uykumuz gelene kadar izlemeye alıştık. Ama iki ya da üç saatlik filmler söz konusu olduğunda bir türlü dikkatimizi toplayamadık. Hikayeleri 30 dakika ya da bir saatlik dilimlerde izlemeye alıştıkça sinema filminin bütünlüğü uzun gelmeye başladı. Bugün hala benim için evde 90 dakikanın üzerinde bir film izlemek epey zor. Telefonuma bakmak, tuvalete gitmek, bir şeyler atıştırmak istiyorum.

        ÜÇ SAAT 25 DAKİKA YERİMDEN KALKMADIM

        Martin Scorsese’nin “Killers of the Flower Moon”u üç saat 25 dakika ve Amerikan sinemalarında hala antrakt yok. Salona ayağım geri geri giderek vardım. Üç buçuk saat boyunca bir koltukta oturmak—yatsa bile—cazip değildi ve yorgundum; en kötü uyurum diye düşündüm.

        Gözümü kırpmadım. Yerimden kalkmadım. İhtiyaç molasına fena halde ihtiyacım olmasına rağmen kendimi tuttum ve izlediğim filmden çok etkilendim. Çok fazla sinemaya gitmediğim için mi beğendim, yoksa Scorsese gerçekten bir başyapıt mı yarattı—henüz bunu düşünmedim bile. Sadece sinemaya gitmenin ve sinema salonunun büyüsünü hatırlamak bile yetti.

        Bu ay sinemada izlediğim ve yine iki buçuk saat boyunca gözümü kırpmadığım bir diğer film Cannes’da büyük ödülü alan “Bir Düşüşün Anatomisi.” Bu film, ortaya attığı hiçbir soruya yanıt vermese de iki buçuk saat boyunca izleyiciyi merakta bırakıyor. Karakterlerin göz kırpması, sağa veya sola bakması bile ne olduğuna dair işaretler barındırıyor. Birbiriyle ne tarz ne de anlatım biçimi olan alakası olan iki filmin sadece bu açıdan ortak noktası izleyicinin tüm dikkatini talep etmeleri. Ve bunu hak etmeleri.

        Bu filmleri evde çay yaparken, durdurarak, geri alarak, ikinci bir ekrana izlemek de mümkün. Ama alınacak tat aynı değil. Kendi şahsi tecrübeme dayanarak geçtiğimiz yılların en iddialı filmlerinden “The Power of the Dog”u sadece Netflix’te izlediğim için beğenmediğimi söyleyebilirim.

        Belki Scorsese’nin yeni filmini de evde görseydim bu kadar etkilenmezdim. Ama: Bir, film sinemada izlenir; iki, muhteşem bir film.

        Martin Scorsese’nin filminin yapımcısı Paramount’un prodüksiyon masrafları için bütçesi yetmeyince kalın cüzdanıyla Apple devreye girdi. Bu film ancak bu şekilde tamamlandı. Apple filmin yapımcısı olmasının karşılığında Scorsese’nin isteğini yerine getirdi ve filmi en az 45 gün vizyonda kaldıktan sonra Apple TV+ platformuna yükleyeceğini açıkladı. Bu anlaşma bir anlamda sinemanın ve salonların geleceğini de garantilerdi. Apple TV+’ın henüz çok tercih edilen bir platform olmaması, birçok ülkede bulunmaması da izleyicisi sinema salonuna mecbur bırakıyor.

        Amerika’daki sinema salonlarında Martin Scorsese’nin kısa bir anonsu yayınlanıyor filmden önce. Bize sinemaya geldiğimiz için teşekkür ediyor. 80 yaşında Scorsese, sırf yaşına hürmetten bu filmi sinemada izlemek gerek—17 Kasım doğum günü. Ama sırf yaşına hürmetten izlenecek bir filmin ötesinde bir eser “Killers of the Flower Moon.” Sinema bu yüzden icat edildi, hatırlamamız için bir fırsat.