Paris, Paris olalı böyle eziyet görmedi
1975’te gösterime giren ‘Jaws’dan bu yana köpekbalıkları üzerine kaç film çekildiğini tahmin etmek kolay değil. Kesin olan, hepsini şu ya da bu şekilde hâlâ ‘Jaws’ ile kıyaslıyor olmamız… Aslına bakarsanız, CGI teknolojilerinin geldiği şu noktada, 50 yıl önceki özel efekt teknikleriyle çekilen bir filmin çoktan eskimesi gerekirdi. Ama senaryo, yönetmenlik ve oyunculuğun iyi olduğu diğer tüm filmler gibi ‘Jaws’ da zamana karşı direniyor. Dahası kendi alt türünü oluşturan bir film olarak milat niteliğini taşıyor.
Türün yeni örneği Fransa yapımı, ‘Paris’in Altında’nın (Sous la Seine), zaman içinde ‘Jaws’ gibi bir klasiğe dönüşmesi bence zor görünüyor. Ama artistik kalite açısından çok iddiası olmayan kendi alt türünün kayda değer filmlerinden biri olarak anılacağını tahmin ediyorum. Uygulamanın nasıl olduğuna yazının sonunda geliriz ama çıkış noktası gerçekten dikkat çekici… Öyle ki, Netflix ana sayfasında tanıtımını fark eder etmez ‘Bir ara denk getirip seyretmeliyim’ diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Seyretmeden önce filmin niteliğiyle ilgili beklentilerim elbette çok yüksek değildi. Asıl olarak fikri nasıl geliştirip, uyguladıklarını merak ediyordum. Çünkü köpekbalığını Paris’in göbeğine getirmek ilgiye değer bir çıkış noktası olduğu kadar, zorlama bir fikir aynı zamanda. Böyle bir konuda inandırıcı olmanız öyle çok kolay değil. İnandırıcı olmak için çaba göstermeniz ise türün fıtratına aykırı.
O yüzden, yönetmen Xavier Gens’ın, Yannick Dahan, Maud Heywang ve Yaël Langmann ile birlikte yazdığı senaryoda inandırıcılık meselesine çok fazla takılmadığını görünce pek şaşırmıyorsunuz. Lilith adlı evrim geçirmiş köpekbalığının Sen Nehri’ne neden geldiğini, orada nasıl yaşayabildiğini ilerleyen bölümlerde ‘bilimsel’ olarak açıklıyorlar elbette; ama yolculuğu fiziksel anlamda nasıl başardığı konusunda herhangi bir izahata gerek görmüyorlar.
Sonuçta yazarların kurduğu hayal dünyasında, Lilith kendi hedefleri doğrultusunda Pasifik Okyanusu’ndan kalkıp, Sen Nehri’ne kadar geliyor. Bunu becerdiği yetmiyormuş gibi ardından tüm engelleri aşıp Paris’in yer altı mezarlarına, su haznelerine kadar uzanıyor.
Gerçi filmin bazı sahnelerinde birkaç kişi köpekbalığının Atlantik’ten Sen Nehri’ne nasıl girebildiğini soruyor; hatta, teknik olarak bunun imkânsızlığından söz ediyor. Yazarlar ise senaryoda bu soruların yanıtıyla ilgilenmiyor; Lilith’in yolculuğuna değil, vardığı yere ve orada yaptıklarına odaklanıyorlar.
Kaldı ki, filmin hikâye örgüsü, köpekbalığının Sen’deki varlığına inanmak ile inanmamak; oluşturduğu tehdidi ciddiye almakla almamak arasındaki çatışmalar üzerinden ilerliyor. Seyirci olarak, üstünde sensör taşıyan Lilith’in görsel simgesini bilgisayar ekranında görür görmez Sen Nehrinde dolaştığına hemen inanıyoruz. Başka şansımız yok. Mantıklı, akla yakın sorular, bilimsel itirazlar ise genellikle ‘inanmayanlar cephesi’nden geliyor -ki onların yanıldıklarını en başından biliyoruz. Tam da burada, senaryo yazarlarının ‘Jaws’ ile açıktan açığa paslaştıklarını görüyoruz.
‘Jaws’da sahil beldesindeki birçok kişi, insanlara saldıran büyük beyaz türündeki köpekbalığının varlığına uzun süre inanmaz. Özellikle de belediye başkanı ve onun çevresindeki iş insanları… Turizmle geçinen bir belde için köpekbalığı tehlikesini resmi olarak kabullenmenin çok ciddi sonuçları olacağını öne sürerek, uyarıları ciddiye almaz; sahilleri kapatmazlar. Köpekbalığını açılış sahnesinde gören bizler ise büyük bir hata yaptıklarını biliriz. Gerilim, insanların korunmasızlığı ile köpekbalığının her an gerçekleşebilecek saldırı ihtimali üzerinden kurulur.
‘Paris’in Altında’ aynı gerilimi bire bir yaşatıyor. Şehrin belediye başkanı (Anne Marivin) 2024 Paris Olimpiyatları öncesinde Sen Nehri’nde gerçekleşecek triatlonun iptal edilmesinin mümkün olmadığını iddia ediyor. Köpekbalığı için alınacak önlemlerin yeterli olacağını öne sürüyor. Hatta ‘Sen temiz olmazsa gelip burada yaşamazdı, demek ki başarılıyım’ anlamına gelen şeyler dahi söylüyor.
‘Jaws’a baktığımızda, yöneticilerin tehdidin büyüklüğünü anlayıp kabullenmelerini çok gecikmediğini görüyoruz. O yüzden ikinci yarı, üç erkeğin köpekbalığı avı üzerine kuruluyor. ‘Paris’in Altında’da kendini beğenmiş şuursuz belediye başkanının inkâr ettiği Lilith gerçeğiyle yüzleşmesi ise daha uzun sürüyor.
‘Jaws’ ile ‘Paris’in Altında’nın arasındaki en önemli ayrışma, avlama veya yakalama sürecinde ortaya çıkıyor. Malum, ‘Jaws’ hayvanseverler tarafından dünya üzerindeki köpekbalığı katliamlarına cesaret veren film olarak anılır. Çevreciler ‘Jaws’ karşıtı tezlerini istatistiklerle destekler; bugün birçok köpekbalığı türünün koruma altında olmasının nedenini aşırı avlanma olarak görür, tüm katil köpekbalığı filmlerini toptan lanetlerler.
‘Paris’in Altında’ işte bu tür tezleri savunan çevreci ve hayvanseverleri filmin öyküsüne dahil ediyor. Hayatlarını köpekbalıklarına korumaya adamış Mika (Léa Léviant) ve Ben (Nagisa Morimoto), sensörden takip ettikleri Lilith’in Sen’e geldiğini görür görmez onu kurtarmaya, insanlardan gizlemeye çalışıyorlar. Mika, tehdit edilmedikçe onun insanlara saldırabileceğine asla inanmıyor. Berenice Bejo’nun canlandırdığı ana karakter Sophia Assalas’ın da Lilith’i öldürmek gibi bir amacı yok; canlı olarak yakalamak istiyor. Ki aralarında kişisel bir hesap var. Sophia’nın açılış sahnesinde Lilith’in ona yaşattıklarını hayat boyu unutması mümkün değil. Buna rağmen intikama değil, çözüme odaklanıyor. Daha az insanın hayatını kaybetmesini her şeyin önüne koyuyor ve Lilith’in neler yapabileceğini herkesten daha iyi biliyor. Sonuçta, ‘Jaws’ta olduğu gibi burada üç erkek ve tek hedef yok. Fransız ordusu, çevreci hayvanseverler, Sen nehri polisi Adil (Nassim Lyes) ve onun ekip arkadaşlarıyla birlikte hareket eden Sophia’nın tümüyle farklı hedefleri var. Hepsinin peşinde koştuğu Lilith ise her şeyden bağımsız bir hedefe sahip.
Hikâyenin detaylarına girmeden filmin alt metinlerine baktığımda, son tahlilde ‘doğaya saygılı bir köpekbalığı’ filmi çekmek istediklerini söyleyebilirim. Açılış sahnesinde okyanusta yüzen çöp adasının işaret ettiği çevreci mesaj, ilerleyen bölümlerde istilacı türlerin tehlikesi gibi başka motiflerle birleşiyor. Ama ‘Paris’in Altında’nın hayvanseverler ve çevrecilerden yüzde yüz onay alabileceğini pek sanmıyorum. Sonuçta, filmin kurduğu hayali dünya içinde köpekbalıkları insanla besleniyor, çevreci hayvanseverler de aşırı derecede saflar.
‘Paris’in Altında’nın hikâyesini, karakterlerini ve alt metinlerini ciddiye aldığımı söylemem açıkçası imkânsız. Sophia ile Adil’in kökü geçmişe giden suçluluk duyguları ve Mika’nın inandırıcılıktan uzak risk alma inadı, filmi sürüklüyor ama öyküye derinlik getiremiyor.
Öte yandan, yönetmen Xavier Gens’ın baştan sona kendini seyrettiren bir film çektiğini kesinlikle inkâr edemem. Özellikle, su altında geçen sahneler teknik olarak başarılı, inandırıcı. Gerçi su altında dalgıç giysileri içindeki oyuncuların yüzlerinin aydınlatması çok gerçekçi değil ama bu sayede yüz ifadelerini net olarak görmemiz hikâye anlatımına katkı sağlıyor.
Gerilim unsurunun yeterince iyi kurulduğunu iddia edemem. Gerilim sahnelerinin aşağı yukarı nasıl biteceğini tahmin edebiliyorsunuz. Buna karşılık, yönetmen Xavier Gens, asıl başarısını kanlı dehşet sahnelerinde gösteriyor; alt türün hakkını veriyor. Köpekbalığının tüm saldırı anlarının, okyanusta geçen açılış sekansı dahil gayet iyi planlanıp çekildiğini düşünüyorum. ‘Paris’in Altında’, Sen Nehri’nde gün ışığında veya yer altı mezarlarının karanlığında geçen kanlı kıyım sahneleriyle akılda kalmaya aday bir film.
Özetle, yönetmen Xavier Gens, uygulama açısından fikrin hakkını veriyor. Paris’te Sen Nehri’nde geçen bir köpekbalığı filmini hayal edip gerçekleştirme konusunda iyi iş çıkarıyor. Böylelikle, köpekbalığı saldırılarını konu alan türün akılda kalıcı örneklerinden birine imza atıyor. Gens’ın başarısının sırrı, köpekbalığı filmlerinin canavar janrının alt türü olduğunu ve her canavar filminin fantastik boyut taşıdığını unutmaması... O yüzden inandırıcılığı boş verip filmin resimlerine odaklanıyor. Hikâyeyi Paris’in tarihi, bugünü ve turistik kimliğiyle birleştiriyor.
İnsanların canavarlar karşısında çaresiz kaldığı kanlı kıyım filmlerini sevenler için ideal bir seyirlik ‘Paris’in Altında’. 25 milyon Euro’luk bütçesinin de katkısıyla finale doğru giderek daha kanlı, gösterişli bir film oluyor. Aksiyon filmlerini hiç aratmayan tahribat, tahmin edemediğimiz abartılı noktalara doğru ilerliyor. Hatta, ‘Paris, Paris olalı böyle bir eziyet görmedi’ bile diyoruz. Lilith, nerdeyse doğanın intikamına dönüşüyor. (Netflix)
6/10
- Motorcu 'Vandallar'ın yükselişi17 saat önce
- 'Hit Man': Aşkın dönüştürücü gücü1 hafta önce
- En iyi Godzilla filmlerinden biri1 hafta önce
- Will Smith için dönüm noktası2 hafta önce
- 'Exhuma': Toprağın altından gelen ruhlar2 hafta önce
- Şeytanla talk şov3 hafta önce
- Çöl tozu, motor sesi ve Furiosa4 hafta önce
- Üç film, tek hikâye1 ay önce
- 'Yurt': Baskıyla büyümek…1 ay önce
- Bir rekabet komedisi: 'Çılgın Kahvaltılık'1 ay önce