Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Peri masalına dahil olan modern sapık

        Bankta oturan ve önlerinde yükselen dağa bakarak sohbet eden iki genç kızın görüntüsüyle açılıyor “Sapkın” (Heretic). Onları dinlerken, Mormon mezhebinden Hıristiyan misyonerler olduklarını keşfediyoruz. İnsanları evlerinde ziyaret ederek kiliselerine (Church of Jesus Christ of Latter-day Saints) çekmeye; cemaatlerinin üyesi yapmaya çalışıyorlar. Öylesine genç, tecrübesiz ve saf görünüyorlar ki onlara böyle bir görevin niye verildiğini kavramakta zorluk çekiyoruz. Gerçi kapısını çaldıkları her eve rahatlıkla kabul edilebileceklerini düşündüğümüzde, niyeti biraz anlıyoruz ama yine de iki genç kızın ikna yetilerinin gücü konusunda kuşku duyuyoruz; kafamız karışıyor.

        Açılıştaki porno film muhabbeti, genç rahibelerin modern seküler dünyanın içindeki halleri üzerine düşünmemize vesile olmuyor sadece. O konuşmanın ilahiyata bağlanması kuşkusuz önemli veri. Kızlar Tanrı’ya olan adanmışlıklarını belli ki manevi bir sığınak gibi görüyorlar. Film hiçbir karakterinin geçmiş öyküsüne derinlemesine girmiyor ama her ikisinin de iç huzuruna kavuşmak, hatta kendilerini daha güvenli hissetmek için hayatlarını şekillendirdiklerini seziyoruz. Genç yaşta insanları mezheplerine dahil etmeye çalışmak, başkalarını değiştirme arzusu kadar kendilerini nasıl görmek istedikleriyle ilgili bir karar...

        Bisikletlerini bazen ellerinde taşıyarak çıktıkları merdiven, gün boyu dolaşırken yaşadıkları zorlukların bir temsili adeta. Caddede şımarık kızlar tarafından uğradıkları zorbalık ise dış dünya karşısındaki savunmasızlıkları ve kırılganlıklarını işaret ediyor. Hem de apaçık biçimde… Filmin temelde bu savunmasızlık, kırılganlık üzerine şekillendiğini düşünüyorum. İki genç kızın cephesinden baktığımızda, tüm film inançlarının ve kişiliklerinin sınanması üzerine kurulu. İkisi de ölümcül derecede tehlikeli bir deneyime sürükleniyorlar.

        İnsanlar ve binalardan uzaklaşıp orman içindeki ıssız eve yaklaşırken işlerinde başarılı olma konusundaki tutkularını hissetmemek mümkün değil. Özellikle de Rahibe Paxton’ın (Chloe East)… Çünkü Rahibe Barnes (Sophie Thatcher), kiliseye yeni mensuplar kazandırma konusunda başarılı bir karneye sahip. Bisikletlerini kilitlerken, evin kapısını çalarken dahi sadece karşılarına çıkacak insanı mezheplerine çekmeye odaklanıyorlar. Yapacakları konuşmaya, geliştirecekleri argümanlara ve sonunda hedeflerine ulaşmaya öylesine konsantre olmuşlar ki evin pencerelerinin küçüklüğüne dikkat bile etmiyorlar. Biz onlardan çok daha önce seziyoruz adım adım tuzağa doğru çekildiklerini… Yaklaştıkları evi uzaktan ilk gördüğümüzde veya kapının ardında o karanlık silüet belirip kaybolduğunda, tehlikenin yaklaştığını hissediyoruz. Bu arada, yönetmenliğin iyi işlediği, bakış açımızın karakterlerden bağımsızlaştığı sahneler bunlar…

        Paxton ve Barnes’ın evin önündeki halleri, Avrupa kökenli peri masallarında tuzağa düşmek üzere olan masum çocuk karakterleri getiriyor akla. Kapıyı açan Reed’in (Hugh Grant) aynı anlatı geleneğinin kötücül varlıklarından biri olduğundan elbette kuşkumuz yok. Ama “Sapkın”ı peri masallarından ayırt eden ve onu modern anlatı geleneklerine bağlayan yanı, belli ki kızlardan ziyade Reed’in kişiliği…

        Peri masallarında tuzağa düşen masumların amacı kötülerin oyunlarını bozmak, onları aldatmak, öldürmek ve özgürleşerek kurulu düzene dönmektir. Çocuklar kötülere karşı fiziksel mücadeleden ziyade zekâlarıyla savaşırlar. Burada da aynı anlatı örüntüsü çıkıyor karşımıza. Fakat masallardaki kötücül varlıklara oranla çok daha karmaşık biri Reed. Hayatlarını sürdürmek için çocukları yiyen devler ve cadılar onun yanında çok basit kalıyor. Çünkü Reed peri masalına dahil olan modern bir sapıktan farksız… Geçmiş öyküsüne dair bir şey öğrenmiyoruz ama konuşmaları, yöntemleri ve uygulamalarıyla çocukluk çağı travmaları sonrası kontrolden çıkmış hastalıklı, marazi biri olduğu belli.

        “Sapık” (Psycho - 1960) filminde, Bates Motel’de kurbanlarını bekleyen Norman Bates’i hatırlatan bir yanı var. Reed’in “yaban mersinli turta pişiren eşi” ile Bates’in annesi arasında direkt bağ kurulamayacağının farkındayım ama her iki kadının yalnız yaşayan erkek imajını kırma konusunda işe yaradıkları yadsınamaz. Reed’in tek amacı kurbanlarını tuzağa düşürmek, özgürlüklerini ellerinden almak ve öldürmek değil. Onlarla oynamak istediği çok belli. Evin maketinin başındaki keyifli hallerini düşündüğümüzde hâlâ oyun oynayan çocuktan farksız aslında. Ama oyun oynamanın altındaki asıl arzusu, sağlam ve parlak sayılmayacak fikirlerinin onaylanmasına vesile olacak hikâyeler kurmak veya anlatmak… Onaylanma arzusu, onu anlamak için anahtar bir duygu… Aslına bakarsanız, filmin önemli bir bölümü Reed’in kızları ikna etmek için yaptığı şov veya sunumla geçiyor. Semavi dinler tarihini, Radiohead’in “Creep” (1992) adlı şarkısının "The Air That I Breathe" (1972) ile olan benzerliği ve Monopoly oyununun ilk örnekleri üzerinden anlatması, “Sapkın”ın en çok aklımda kalacak sahnelerinden biri olacak herhalde. Bağlamını unuttum ama bir ara konunun Star Wars’a, Jar Jar Binks’e dahi geldiğini hatırlıyorum. Kızların içine düştüğü durum nedeniyle gülmeye çekinsek bile buralarda Reed’in malumatfuruşluğundan gelen bir kara mizah duygusundan söz etmek olası.

        Tüm bu süreçte, Reed’in kızları masum olarak görmediğinin altını çizmek gerekiyor. Zaten kendini de canavar olarak görmüyor. Tüm eylemlerinin altında şöyle bir motivasyon var sanki: “Madem, beni mezhebinize çağırmak için kapımı çaldınız, böyle bir kibir gösterdiniz; o zaman bunun cezasını çekmek zorundasınız.” Çünkü Reed, eve girmeleriyle birlikte kızların ortaya bir üstünlük iddiası koyduğunu ve kendisinin de onlara yanıt vermek zorunda kaldığına inanıyor. Temelde yaşanan her şeyi iki tezin çarpışması olarak görüyor. Kızların eve girmesi, artık dönüşü olmayan bir oyunu başlatıyor ona göre. Kapının kilidini nasıl otomatik kuruyorsa, oyunu da öyle kuruyor. Onları içeride zorla tutmasının ve daha sonra olup bitecek her şeyin temel nedenini, yanlış adamın kapısını çalma cüretini göstermelerine bağlıyor. Direkt olarak misyonerliklerini hedef alıyor.

        Reed, filmin orijinal adının işaret ettiği gibi bir kâfir. Yani, TDK’ya göre “Tanrı'nın varlığını ve birliğini inkâr eden kimse.” Kızlar ona nasıl kiliselerinin mesajını vermeye çalışıyorlarsa o da onları sistematik olarak kâfirliğe çağırıyor. Kâfir olmanın hayatlarını kurtarıp kurtarmayacağı konusunda ise ipucu vermiyor.

        Reed’i benzerlerinden ayıran en önemli özelliği, fiziksel şiddet veya kaba kuvvete başvurmadan, kibarlığını korumaya çalışarak psikolojik şiddet uygulaması… Dolaylı şiddetin ona büyük zevk verdiği besbelli ama sapkınlıktan aldığı hazzı abartılı şekilde yansıtmıyor. Her şeyi bir şov gibi özenle organize ediyor. Kızların eve girdikten sonra yaşadıklarını güler yüzlü ve kibar işkence olarak adlandırmak mümkün.

        Film ilerledikçe Reed’in dindar olmasa bile kendi inandığı düşüncelere fanatik şekilde bağlı olduğunu görüyoruz. Semavi dinlere karşı fikir mücadelesi verirken hoşgörü sahibi kızların karşısında bağnaz bir fanatiğe dönüşüyor. Rahibeleri mucizelere inandırmaya çalışmasını ve aldığı rasyonel tepkileri de not etmek gerek.

        Sonlara doğru kızlardan birinin fark ettiği gibi dinin kontrol olduğuna inanıyor temelde. Ürkütücü olan, onun da kontrol etmeye inanması… Asıl sorununun kadınlarla ilgili olduğunu anlamak çok zor değil. Kontrol duygusu, kadınlara yönelik hastalık derecesindeki sapkınlığından geliyor.

        İlk yarıda Paxton ve Barnes’ın kişilikleri için zihnimizde bir şablon oturtuyoruz ama son perdede söz konusu şablon yıkılıyor. Reed için de yıkılan bir ezber bu… Hiçbir zaman her şeyi kontrol edemeyeceğinin işareti aslında. Filmin dakikalarca süren klostrofobisinden, karanlığından bir nebze olsun çıkmamızı sağlayan şeylerden biri bu… Diğeri ise Yılmaz Erdoğan’ın 2013 yapımı filmi “Kelebeğin Rüyası”na da adını veren meşhur Tao anekdotundaki kelebek… Paxton’ın eve girdikten sonra dikkatini çeken kelebek, filmin metaforlarından biri.

        2018’de “Sessiz Bir Yer”in (A Quiet Place) senaryosuyla dikkat çeken Scott Beck ve Bryan Woods’un yönetmen olarak imza attığı dördüncü uzun film “Sapkın”… Genel olarak korku klişelerine çok teslim olmayan bir yönetmenlik koyuyorlar ortaya. Temelde 3 karakterin arasındaki diyalog, çatışma ve gerilimler üzerine kurulu; oyunculukların fazlasıyla öne çıktığı bir film seyrediyoruz. Hugh Grant, kendi alaycı İngiliz imajı ile Reed’in maraziliği arasında şahane bir denge tutturuyor. Tarzıyla bana Anya Taylor-Joy’u hatırlatan Sophie Thatcher ve Chloe East, iki genç rahibeyi başarıyla canlandırıyorlar.

        Diyalogların çok ağırlıklı olduğu “Sapkın” görsel açıdan kendi dünyasını kuran bir film. Senaryoyu da yazan Scott Beck ve Bryan Woods evi bir karakter gibi düşünüp tasarlıyorlar. Mekân tasarımı hem içi hem dışıyla tekinsiz ev fikrine getirilen yeni bir yorum gibi… Görüntü yönetmeni Chung Chung-hoon, ikinci yarıda karanlığı daha çok kullanan bir çalışmaya imza atıyor. Umarım, projeksiyonu yeteri derecede iyi bir sinema salonunda seyredersiniz.

        “Sapkın” korkudan ziyade gerilim duygusuyla öne çıkıyor. Oyunculukları ve yönetmenliğiyle baştan sona kopmadan ilgiyle seyrettiğim bir film olduğunu inkâr edemem. Ama inanç ve inançsızlık ikilemini ilgiye değer şekilde ele aldığını pek düşünmüyorum. Tam tersine, inanç / özgürlük ilişkisi dahil her şey tanıdık adreslere bağlanıyor. Kendi adıma karakter psikolojilerinde de kayda değer bir derinlik bulduğumu söyleyemem. Buna karşılık, abartılı korku şovlarından ziyade karakterlerin öne çıktığı gerilim filmlerini sevenlere tavsiye ederim.

        6.5/10