Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Avrupalı iki ünlü yazarın aşkı

        ‘Ingeborg Bachmann – Çölün Kalbine Yolculuk’ (Ingeborg Bachmann - Reise in die Wüste), Avusturyalı şair ve yazar Ingeborg Bachmann’ın (1926 – 1973) İsviçreli yazar Max Frisch’le (1911 – 1991) olan duygusal ilişkisini konu alıyor. Senaryoyu da yazan Alman yönetmen Margarethe von Trotta, bir rüyayla başlatıyor filmini. Ingeborg Bachmann, karanlık evin içinde çalan telefonu açmaya gidiyor. Hattın diğer ucundaki Max Frisch’e ne zaman geleceğini soruyor. Ancak acımasız kahkahalardan başka hiçbir yanıt alamıyor. Sonraki sahnede hastane odasında yalnız başına uyandığını ve kendini pek iyi hissetmediğini görüyoruz. İlk iki sahne, seyredeceğimiz filmin aşk, ayrılık ve onun peşinden gelen ruhsal yıkımla ilgili olduğunu düşündürüyor bize. Ama Margarethe von Trotta’nın, aşk acısından ziyade ilişkinin sorunlarını ve ayrılığın ardından gelen iyileşme sürecini anlattığını baştan belirtmem gerekiyor. Ayrıca açılıştaki ‘telefonlu kâbus sahnesinin’ Bachmann – Frisch ilişkisinin genel resmini yansıttığını söylemek imkânsız. Çünkü filmde seyrettiğimiz ilişkinin bütününe baktığımızda, ayrılığa giden süreçte Bachmann’ın (Vicky Krieps) özgürlüğünden taviz vermeyen yaklaşımının önemli rol oynadığını; Frisch’in (Ronald Zehrfeld) kendi ayakları üstünde duran, bağımsız, güçlü bir kadınla birlikte olmanın altından kalkamadığını ve bütün filmin bu dramatik çerçeve üzerine kurulduğunu görüyoruz.

        ‘Ingeborg Bachmann – Çölün Kalbine Yolculuk’, geçmişle gelecek arasında gidip gelen bir hikâye kurgusuna sahip. Ingeborg Bachmann - Max Frisch ilişkisini, Bachmann’ın genç Alman yazar Adolf Opel (Tobias Resch) ile birlikte çıktığı çöl yolculuğuyla paralel olarak anlatıyor Margarethe von Trotta. Bir yanda, Avrupa şehirlerinde yaşanan bir aşk hikâyesi; diğer yanda, çölün egzotik çekiciliğinde geçen bir kendini yeniden bulma öyküsü seyrediyoruz. Böylelikle birisine bağlanma ve özgürleşme duyguları, Avrupa ile çöl dekoru üzerinden karşı karşıya geliyor. Bachmann’ın Frisch ile ilişkisi, tam bir Avrupa romantizmiyle başlıyor. Paris’te Seine Nehri’deki bir köprünün üzerinde Apollinaire şiiri okuyorlar mesela. Ama von Trotta’nın romantizme yoğunlaştığını söylemek mümkün değil. Asıl amacı, dönem Avrupa’sının çok sevilen ve sayılan iki yazarının farklı dünyalarının keşfine çıkmak; aşklarından ziyade ayrılıklarının altında yatan dinamikleri anlamak…

        Frisch, Avrupa elitizmini yansıtan bir yazar. Entelektüel, kibirli ve benmerkezci. Kadınlar konusunda biraz eski kafalı olduğu inkâr edilemez. Mesela, gereksiz derecede kıskanç ve sahiplenici. Aynı zamanda yüzlerce yıl edebiyata hükmetmiş eril zihniyeti de temsil ediyor. Feminizmin yaklaşan gücünü hissettiren Bachmann ise sınırlardan, sınırlamalardan hoşlanmayan, her anlamda açık görüşlü bir yazar. İlk tanıştıklarında gittikleri barda sigara alışkanlığı ve erkeklerin kadınları kurtarması üzerine yaptıkları kısa konuşmalar, ilişkinin gelecekte yaşanacak tüm sorunlarının fragmanı gibi. Genç ve güzel Bachman’ın o bardaki tüm erkeklerin bakışları altındaki halini de not etmek gerek. Aynı bar sahnesinde yan masada tek başına şarkı söyleyen yaşlı kadınla ise galiba sadece Bachmann ilgileniyor. Oradaki hüznü ve yalnızlığı fark ediyor.

        İsviçreli Frisch, Zürih’te yaşamaktan ötürü mutlu olan, memleketinin doğasına hayran biri. Avusturyalı Bachmann ise Avrupa’nın farklı şehirlerinde yaşamayı, farklı diller konuşmayı seviyor. Hayatını sürdürmek istediği asıl şehir, insanların daha sıcak ve yakın olduğu, birbirleriyle daha çok konuşup ilgilendiği Roma… Güney Avrupa’nın güneşini, sıcaklığını her koşulda Orta Avrupa’nın soğuğuna tercih ediyor. Frisch’e oranla daha geniş çevresi olan, yalnızlıktan pek hoşlanmayan, sosyal bir yazar aynı zamanda. Ayrıca çok sevilen, hayranlık duyulan biri. Frisch’in ilişkinin ilerleyen dönemlerinde, Bachmann’ın gördüğü ilgi ve sevgiyi kıskandığına tanık oluyoruz. Frisch, Bachmann’ı şekillendirmeye, kendine uydurmaya çalışsa da hedefine ulaşmıyor. Çünkü Bachmann ilişkide kesinlikle alttan almıyor; Frisch’in kontrolü altına girmiyor, uyum sağlamıyor ve Zürih’te yaşamayı kabullenmiyor.

        Max Frisch okurlarının belki sevmeyeceği veya mesafe alacakları bir film seyrediyoruz. Aslına bakarsanız, filmde Frisch’in oyunlarından, romanlarından, edebiyatla ilgili fikirlerinden pek söz edilmiyor; eserlerine eleştiri getirilmiyor. Çünkü von Trotta’nın asıl vurgulamak istediği, kendi yazdıkları dahil her şeye şüpheyle bakmaktan yana olan Bachmann ile Frisch’in edebi anlamda birbirlerine çok yakın olmadıkları... Frisch’de şüphe değil kendine güven var sadece. Hayranlarının kendisinden yeni şiir kitapları beklediği bir dönemde, şiirle ilişkisini sorgulayan, hatta iyi şair olmadığını söyleyen biri Ingeborg Bachmann. Frisch gibi evde daktilosunun başına geçip sürekli çalışabilecek bir yazar değil. Önce yaşadığını hissetmesi, insanlarla temas etmesi gerekiyor. O yüzden Frisch’in odasına kapanıp bazen iki, bazen tek parmak yazması, sinirine dokunuyor, tuşların çıkardığı sese katlanamıyor. Frisch gibi sürekli cebinde taşıdığı defterine notlar almıyor. Yazarlığa meslekten ziyade ruh hali olarak baktığı çok belli. Frisch, gittiği her yere egosunu ve kibrini taşırken, Bachmann daha samimi, mütevazı, sıcak kanlı bir yazar. Ve en önemlisi, ilişki yaşadığı bir insanı, Frisch gibi ‘yazar olarak’ gözlemlemeyi kabul edebilecek biri değil. Bir radyo röportajında faşizmin ilişkilerden başladığını ve bunu deneyimlerine dayanarak söylediğini de not edelim.

        Tüm bunları göz önüne aldığımızda, belki de asıl çarpıcı olan, bu denli farklı iki insanın aralarındaki tüm sorunlara rağmen, aşklarını, tutkularını yıllarca kaybetmemeleri… Von Trotta, ayrılığın nedenlerini analiz etmekte, iki karakterin farklılıklarını ortaya çıkarmakta sergilediği başarıyı iki yazarın arasındaki aşkı anlatmakta galiba gösteremiyor. Birlikteliklerinin inişli çıkışlı şekilde yıllarca devam etmesinin tek nedeninin kuşkusuz aralarındaki tutku olduğunu biliyoruz. Ama en azından kendi adıma, o tutkunun sinemasal karşılığının tam anlamıyla yakalandığını söyleyemem. Frisch’in ayrılığa giden süreçte yaptığı hiçbir şey bizi şaşırtmıyor. Buna karşılık, Bachmann’ın ayrılıktan neden o kadar ağır etkilendiğini pek anlayamıyoruz. Üstelik, yakın arkadaşı besteci Hans Werner Henze’nin (Basil Eidenbenz) kendisini en baştan uyardığını, ilişkiye külliyen karşı çıktığını da biliyoruz.

        Ayrılığın ardından, Avrupa kültürünün tam karşıtı olarak konumlanan çölde, Bachmann hem ilişkisi hem kendisiyle yüzleşiyor; çölün verdiği özgürlük duygusuyla önemli adımlar atıyor. Tam da burada, bazı Batılı yazarlar için özellikle Kuzey Afrika çöllerinin benzer duygular uyandırdığını söylememiz gerek. Bachmann’ın ‘Arabistanlı Lawrence’ı (Lawrence of Arabia - 1962) seyredip seyretmediğiyle ilgili soruya filmdeki ünlü Batılı oyuncuları hiç aklına dahi getirmeden ‘Ömer Şerif’in oynadığı filmi diyorsun?’ demesini atlamamak gerek. Sonuçta, bir Batılının egzotik yerler görme arzusuyla Mısır’a gittiği açık ama ilk gece Adolf Opel ile çıkıp dolunay altındaki çölü keşfetme konusunda o kadar heyecanlı değil. Çünkü aklı hâlâ Frisch’de, kendi sorunlarında… Buna karşılık, günler geçtikçe çöl onu kuşatıyor, içindeki baskıcı Avrupalıyı bir yana bırakmasını sağlıyor. İlişkinin bitmesi konusundaki hissettiği pişmanlık duygusundan kurtulduğunu düşünmek de mümkün.

        Çöle birlikte gittiği Adolf Opel’in değişimdeki payını akılda tutmak gerek. Frisch ile birçok konuda zıt biri Adolf Opel. Ayrıca biseksüel. Daha önemlisi, Bachmann’ın fikirlerini ve eserlerini Frisch’e oranla daha iyi anlayıp değerlendiriyor. Bu anlaşılma duygusu da çok iyi geliyor Bachmann’a.

        İnsanların sadece belirli dönemlerini temel alan biyografi filmleri daha ilk baştan çetrefilli bir işin altına girer. Senaryo ve anlatım tekniğinden söz etmiyorum. Zorluk seçtiğiniz dönemle ilgilidir. Hayatını anlattığınız kişiyi tanıyanlar, sözgelimi Ingeborg Bachmann’ın sadık okurları ve hayranları, von Trotta’nın seçtiği dönemin ve yaklaşımının yazarı anlatmakta yetersiz, hatta yanıltıcı olduğunu öne sürebilirler. Belki haklıdırlar ama kendi adıma filmin Bachmann’ı yanlış bir yerden yakaladığını düşünmüyorum. Tam aksine, Frisch ile ilişkisi üzerinden giderek hem insan hem yazar olarak bir portre çizdiğine, filmi seyredenlerin Bachmann’ın metinlerine ilgi göstereceğine inanıyorum.

        Ayrıca, ‘belirli bir döneme odaklanmak’, son yıllarda Hollywood ile Türkiye’de moda olduğu üzere çocukluk, gençlik ve yetişkinlik arasında gidip gelen melodramatik yaşam öyküsü filmlerine oranla kendi adıma daha çok tercih ettiğim bir yaklaşım. Tüm hayatı, tek filme sığdırma iddiasından uzaklaşmak bazen çok iyi sonuçlar verebilir.

        2023 yılında düzenlenen Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan ‘Ingeborg Bachmann – Çölün Kalbine Yolculuk’, belki mükemmel bir biyografi değil. Beni tam olarak ikna edemediği noktalar olduğunu inkâr edemem ama sevdiğim kesin.

        Ayrıca, Bachmann’a pek benzemediği halde Vicky Krieps’in yorumu gayet başarılı. ‘Barbra’ (2012) ve ‘Phoenix’ (2014) gibi Christian Petzold filmlerinden hatırlayabileceğiniz Ronald Zehrfeld de Max Frisch’te dikkat çekici bir performans sergiliyor. Von Trotta ile görüntü yönetimi Martin Gschlacht’ın birlikte çok iyi iş çıkardıklarını, dönem filmi duygusunu pastel renk paleti ve süslerden uzak gerçekçi bir aydınlatmayla yakaladıklarını belirtelim. (MUBI)

        7/10