'Dune 2': Özgürlük ve iktidar peşinde
Frank Herbert’in ‘Dune’ romanından uyarlanan epik bilimkurgu - fantezi filmi ‘Dune: Çöl Gezegeni Bölüm 2’ (Dune: Part Two) bugün gösterimde.
İlk film, ‘Rüyaların derinden gelen mesajlar’ olduğunu söyleyen boğuk sesle başlar. Böylece, ikinci film dahil, tüm hikâyenin metafizik çerçevesi en baştan çizilir. Film boyunca geçmişle geleceğin, kehanetle gerçekliğin yan yana var olduğu bir dünyada olduğumuzu hiç unutmayız. Rüyalar yoruma ihtiyaç duysalar da gelecekle ilgili vizyonlar içerir; uyarı mahiyetini taşırlar. Ana karakter Paul Atreides (Timothée Chalamet), hayatına yön verirken, önemli kararlar alırken önce rüyalarından gelen mesajları dikkate alır. Edebiyat ve sinemadaki benzer ‘Seçilmiş Kişi’lerden ayrılan yanlarından biri, gerçek dünyada danışacağı güvenilir bir akıl hocasının olmamasıdır. Stilgar (Javier Bardem), onu belirli bir hedefe odaklamaya çalışan moral - motivasyon koçu gibidir. Annesi Leydi Jessica (Rebecca Ferguson) sürekli onu yönlendirmeye, vereceği kararları etkileyen baskın bir ebeveyn olmaya çalışır. Paul ise ısrarla kendi yolunu bulmaya, doğru olanı yapmaya gayret eder. Sözgelimi ilk filmde, ölümcül dövüş için kendisine meydan okuyan Jamis’in canını almayı asla istemez; çünkü Jamis rüyalarındaki bilgedir. İkinci filmde, yakın çevresinden gelen tüm baskıya rağmen fundamentalistlerin yaşadığı Güney’e gitmek istemez. Çünkü en başından beri amacı, Arrakis’in yerel halkı Fremenlerin peygamberi olmak değil, aralarına kabul edilmek, Fedaykin dövüşçüsü haline gelip birlikte savaşmaktır.
Atreides Hanedanı’ndan biri olarak sorumlulukları ve ona Lisan el Gaib diyen inançlı Fremenlerin beklentileri, öylesine baskındır ki kendi istekleri, arzuları giderek silikleşir. Stilgar, kendisine isim bulmasını istediğinde havadaki nemden suyunu üreten minik çöl faresinin Fremen dilindeki karşılığını olan Muad’Dib’i seçer. Asıl amacı, liderlik değil; çölde yaşamayı öğrenmek, Chani’yle (Zendaya) olmak ve önceki filmde ailesini katleden Harkonnen Hanedanı’ndan intikam almaktır. Annesinin ve Fremen’lerin beklentileri ise bundan çok daha fazlasıdır. Kendi hedefleri ile başkalarının beklentilerini uzlaştırmaya çalışsa da sonuçta olmak istemediği birine dönüşme tehlikesiyle yüz yüze gelir. Rüyalarında kendisine söylendiği gibi geçmişini tam anlamadan geleceği göremeyeceğini keşfeder. Finale doğru olup bitenler, Paul Atreides’in en başından beri başkaları için ‘proje çocuk’ olduğunu düşündürür, özgür iradesini dahi sorgulatır.
İlk filmdeki büyüme serüveni nasıl tam da istediği gibi sonuçlanmadıysa, ikinci filmde de benzer hayal kırıklıkları yaşar Paul Atreides. Sorumluluklar, gelenek, inanç, din ve feodalizm arasında sıkışıp kalır. Romanın ve filmin belki de en güçlü alt metinlerinden biridir birey olamamak… Feodalizm ve inanç sistemi, insanların birey değil kul olmalarını dayatır. Fremen’deki fundamentalistleri yakından tanımayız ama öncelikle hürriyetlerini ve gezegenlerinin kurtuluşunu istediklerini biliriz. Atreides’in birey olmasının önündeki asıl engel, onlar değil Bene Gesserit inanç sistemidir. Yönetmen Denis Villeneuve’ün senaryoda Chani’yi filmin en güçlü ve özgür ruhlu bireyi olarak konumlandırması, boşuna değildir. Annenin temsil ettiği bağlılık ve kendini adama düzeni ile Chani’nin birey olarak var olma düşüncesi, karşı karşıya gelir.
Tam da buradan hareketle, ikinci filmi, Paul Atreides’in trajedisi olarak okumak olası. En azından, karakterin aydınlığa ve mutluluğa doğru ilerlemediği kesin. Final sahnelerinde, dışardan bakıldığında Paul, ne yapacağına önceden karar vermiş, zihni berrak biri gibi görünebilir. Hatta belirli bir noktadan sonra keskin bir değişim yaşadığını öne sürmek dahi mümkün. Lakin, finalde Chani’ye olan bakışlarını düşündüğümüzde, zihnindeki tüm şüphelerinden arındığını söylemek zor. Atreides’in karakter değişimi için son sözün, çekilip çekilmeyeceği henüz kesinleşmeyen, Frank Herbert’in 1969’da yayımlanan ‘Dune: Messiah’ romanını temel alacak üçüncü filme bırakıldığı belli.
İlk filmin dünyasında iyiler ve kötüler nettir. İkinci film ise ‘gri bölgeler’ üzerine kurulu ve hikâyenin ruhu tam olarak burada gösteriyor kendini. ‘Dune: Çöl Gezegeni’ Harkonnenler üzerinden sadece faşizmi, militarizmi yansıtmıyor. Evet, Vladimir Harkonnen (Stellan Skarsgård) iğrenç biri. Yeğenleri Rabban (Dave Bautista) ve Feyd-Rautha Harkonnen (Austin Butler) ile birlikte saf kötülüğü temsil ediyor. Ama hiç değilse, üçü de göründükleri gibiler... Bene Gesserit rahibelerine baktığımızda ise gizli emellerinin onları sinsi ve tehlikeli kıldığını görüyoruz.
Prenses Irulan Corrino’nun (Florence Pugh) düşünce sesiyle açılan ikinci film, dikkatimizi güç tutkusuna çekiyor; imparatorluktaki karmaşık iktidar mekanizmasını gözler önüne seriyor. İlk filmdeki katliamın ardında yatan nedenler ortaya çıktıkça Paul’ü gelecekte bekleyen karanlık manzara netleşiyor. Finale doğru filmin en önemli cümlelerinden biri İmparator’dan (Christopher Walken) geliyor. Paul’e, babasının ölümünün ardındaki asıl nedeni söylüyor. O noktada, Paul’ün gelecekte nasıl bir lider olacağını, güce ve zayıflığa nasıl baktığını kestiremiyoruz. Daha açık söylemek gerekirse, babasının mı, yoksa annesinin yolunu mu izleyeceğini bilemiyoruz. Final itibarıyla Fremenlerden ziyade asıl olarak annesinin kendisi için çizdiği güzergahta ilerlediği kesin.
İkinci filmin açılışında karanlıktaki ses, ‘Arrakis gezegenindeki baharatın her şeyin üzerindeki gücü’nden söz ediyor. Baharatın maddi değeri kadar doğaüstü gücüne vurgu yapılıyor. Filmin bütününe baktığımızda ise metafizikten ziyade politik alt metinlerin kendini daha çok ortaya koyduğunu görüyoruz.
Romanın ve iki parçalı filmin genel çerçevesine baktığımızda, baharatın ‘petrol’, İmparatorluğun ‘Batı emperyalizmi’, Fremenlerin ise ‘Bedeviler veya daha geniş anlamda Ortadoğu halkları’ olarak yorumlandığı tüm okumaların doğruluk payı taşıdığını söyleyebiliriz. Her koşulda, sömürgecilik eleştirisi çok bariz. İmparatorluk, baharat olmasa adını dahi atmayacağı kurak gezegen Arrakis’i sahip olduğu kaynaklar için işgal ediyor. Atreides Hanedanı, Fremenlere iş birliği ve barış teklif ederken, Harkonnen’ler soykırım planlıyor. İmparator’un neden Atreides Hanedanı’nı devreden çıkarmak istediğinin netleştiği bir nokta burası…
İkinci filmin en anlamlı yan öyküsü, Paul Atreides’in önündeki ‘Seçilmiş Kişi olmak ya da olmamak’ ikilemi üzerinden akıyor. Sömürgecilere karşı ortak hareket etseler de Fremenler, kehanetlere bağlı fundamentalistler ve özgür düşünceli sekülerler olarak ikiye ayrılıyor. Bazıları yönetilmek ve lidere inanmak isterken, bazıları beyaz kurtarıcı fikrine tümden karşı geliyor. Kuzeyde yaşayan savaşçı Fremenler, Güneydeki fundamentalistlerin Paul’ü Lisan el Gaib olarak kabul etmeye en baştan hazır olduğunun farkındalar. O yüzden, başta Stilgar olmak üzere Paul’ün önce kendilerini ikna etmesini istiyorlar. Öte yandan, Chani gibi Lisan el Gaib’e hiç inanmayan, hatta sömürgecilerin uydurması olduğunu düşünenler de var. Chani’nin finaldeki tavrı, filmin sözünü özetliyor. Kimi özgürlük, kimi iktidar peşinde…
İkinci filmin bence en başarılı yanı, ‘beyaz kurtarıcı hikâyesi’nin ardındaki gerçekleri bize net olarak göstermesi. Bir yanda özgürlük isteyen Fremenler, diğer yanda Fremenler dahil herkesi kullanmaya hazır güç ve iktidar peşindeki beyaz sömürgeciler var. Paul işte böylesi karanlık bir sömürgeci tezgâhı içinde kaybediyor gençliğini, masumiyetini.
Sinematografi, prodüksiyon tasarımı, anlatım ve müzik konusunda ilk film üzerine detaylı olarak yazdıklarıma ekleyeceğim çok fazla şey yok açıkçası. Denis Villeneuve’ün tüm filme müziği, görüntüsü, ritmi, kurgusuyla yarı rüya yarı gerçek saykodelik (psychedelic) bir hava verdiğini düşünüyorum. Görüntü yönetmeni Greig Fraser ARRI Alexa 65 IMAX ve Arri Alexa LF dijital kameralarla çektiği filmde kontrastlara dayalı, çok renkli, berrak ve canlı bir görsel dünyadan ısrarla uzak duruyor. Arrakis sahnelerine, günbatımı ve çölün tozlu dokusunu temel alan pastel renkler hâkim. Neredeyse monokrom bir doku var filmde. Fremenlerle çöl tam bir uyum içinde. Harkonnenler ise sahadaki yabancı maddeden farksızlar.
Harkonnen Hanedanı, Nazi belgesellerini hatırlatan büyük ölçekli genel planlarla; herkesin asker ya da kurban olduğu militer bir dünya olarak tasvir ediliyor. Villeneuve, filmin kötü adamlarından Feyd-Rautha ile Bene Gesserit rahibesi Leydi Margot’yu (Léa Seydoux) tanıdığımız, arenadaki dövüşleri siyah beyaz olarak sunuyor bize. Açıkçası dijital efekt etkisinin çok bariz olması nedeniyle filmin bütününden ayrılan bu sekansı sevdiğimi söyleyemem.
Villeneuve, ilk filmde olduğu gibi ezberlenmiş Dune imgelerinden elinden geldiğince uzak duruyor. Özellikle, popüler kültürde Dune deyince akla gelen şaha kalkmış dev solucan imgesini boş vermesini unutmamak gerek. Villeneuve, onun yerine grafik olarak çölle bütünleşen, içinde yaşadığı kumlardan ayrıştırılması zor yeni bir solucan imgesiyle çıkıyor karşımıza. Fremenler, solucanlar, çöl ve baharat arasındaki ilişki zaten her şeyin sırrı gibi… Villeneuve de filmin resimlerini bu mükemmel harmoni üzerine kuruyor. Özellikle Fremenlerin dev solucanların üstünde yaptıkları çöl sörfü sahneleri filmin epik duygusunu yükseltiyor.
Hans Zimmer’in ritim ağırlıklı elektronik tınılı kompozisyonları, zihnimizdeki epik film müziği fikrine pek uymuyor açıkçası. Ama filmin yarı rüya yarı gerçek havasını mükemmel şekilde yansıttığını düşünüyorum.
‘Dune: Çöl Gezegeni Bölüm 2’, ilkine oranla aksiyon severlere daha çok hitap eden bir film. Son olarak, savaş sahnelerinin fazlalığı ve içerdiği yoğun şiddet nedeniyle ilkine oranla daha az sevdiğimi söylemek isterim.
7/10
- 'Hit Man': Aşkın dönüştürücü gücü1 gün önce
- En iyi Godzilla filmlerinden biri3 gün önce
- Will Smith için dönüm noktası1 hafta önce
- 'Exhuma': Toprağın altından gelen ruhlar1 hafta önce
- Şeytanla talk şov2 hafta önce
- Çöl tozu, motor sesi ve Furiosa3 hafta önce
- Üç film, tek hikâye3 hafta önce
- 'Yurt': Baskıyla büyümek…3 hafta önce
- Bir rekabet komedisi: 'Çılgın Kahvaltılık'1 ay önce
- 'Maymunlar Cehennemi' efsanesi sürüyor1 ay önce