Geçtiğimiz cuma günü vizyona giren ‘Bob Marley: One Love’, çağımızın gözde film türlerinden ‘müzisyen biyografisi’nin en yeni örneği. Son yıllarda sıkça gördüğümüz gibi yine ‘aile destekli ve onaylı resmi bir biyografi’. Filmin yapımcılarından biri, Bob Marley’nin oğlu Ziggy Marley…
Ailenin ve yapımcıların filmi teslim ettiği yönetmen ise 2021 yapımı ‘Kral Richard: Yükselen Şampiyonlar’dan (King Richard) hatırladığımız Reinaldo Marcus Green. Kuşkusuz tüm biyografi filmlerinde olduğu gibi senaryodaki tercihler, her şeyi belirliyor. Zach Baylin, Frank E. Flowers ve Terence Winter imzalı senaryo, Bob Marley’nin (1945 – 1981) hayatının son dönemine odaklanıyor.
Film 1976 yılında açılıyor. Başlangıçtaki yazılar, Jamaika’nın, siyasi kutuplaşmanın yaşandığı, iç savaşın kıyısında dolaşan son derece gergin bir dönemden geçtiğini söylüyor bize. Bob Marley de sorunlara çözüm olur umuduyla seçimlerden önce ülkedeki tansiyonu düşürmek, barış mesajları vermek için ücretsiz konser düzenliyor. İlk sahnelerde Bob Marley’yi (Kingsley Ben-Adir) futbol oynarken, yakın çevresi, ailesi ve çocuklarıyla görüyoruz. Ayrıca, takipçisi olduğu, kısaca Rasta diye bilinen Rastafaria inancının ülkede azınlıkta kaldığını, hatta baskıya uğradığını öğreniyoruz. Jamaika, o yıllarda iktidar için yarışan iki siyasi grup dışında silahlı çetelerin de güç sahibi olduğu bir ülke… Marley’nin ülkedeki siyasi liderlere, çetelere aynı mesafede durmak istemesinden, uzlaşmacı tavrından ve çoğunluk tarafından sevilmesinden rahatsız olan birileri var hiç kuşkusuz. O yüzden hedefte olan bir isim ve 1980 öncesinde Türkiye’de sıkça yaşanan karanlık suikastları akla getiren bir saldırıya uğruyor. Tetikçiler sadece onu değil eşi Rita’yı (Natasha Lynch) ve evde olan diğer kişileri de hedef alıyor. Mucize eseri hiç kimse ölmüyor. Saldırıdan ufak yaralarla kurtulan Bob Marley, konsere çıkıyor ama daha sonra ülkeyi terk edip grubu The Wailers ile birlikte Londra’ya gidiyor. Eşi Rita ve çocuklarını da ABD’de yaşayan annesinin yanına gönderiyor.
Filmin ikinci bölümü, Londra’da kaydettiği efsanevi ‘Exodus’ albümü üzerine… Üçüncü bölüm ise albümle gelen büyük başarıyı ve sonrasında Bob Marley’nin yaşadığı sorunları, ikilemleri anlatıyor.
Film boyunca birçok şahane örneğini dinliyoruz ama ilk kez 1960’larda ortaya çıkan, Marley’nin tüm dünyaya tanıttığı Jamaika’ya özgü reggae müziğinin gelişimi üzerine pek bir şey yok filmde. Bunun yerine, reggae dahil, Bob Marley’nin tüm müzikal serüveni Rasta hareketiyle birlikte ele alınıyor. Kaldı ki, yaşadığı yıllarda yaptığı bazı röportajlarda müzik türleriyle ilgili yöneltilen soruları yanıtlamak yerine şarkılarıyla inancı arasındaki bağdan söz etmeyi tercih ettiği biliniyor. Marley için şarkıların sözleri ve duyguları, her şeyden daha önemli. Müzik, kendini en doğal şekilde ifade etme yolu. Film de bire bir aynı çizgiyi koruyor. Bob Marley, müziği araç olarak kullanmak isteyen bir idealist olarak çiziliyor. Amacı sadece ülkesini değil, tüm dünyayı ya da en azından Afrika kökenlileri birleştirmek… Şarkılarını bu ülkünün aracı olarak görüyor. Rastafaria’yı ve inandığı Tanrı’nın adı olan Jah’ı dilinden pek düşürmüyor. Grup üyeleri konsere hangi şarkıyla başlayacağını sorduğunda, ‘Bilmiyorum, zamanı geldiğinde, bunu bana Jah söyleyecek’ diye yanıt veriyor. Ve sonra son derece politik, anlamlı bir şarkıyla başlatıyor konserini.
Rasta ve Jah, belki onun için çok önemli ama şarkılarının sözlerine baktığımızda, politik kişiliğinin en az inançları kadar ağır bastığını görüyoruz. Filmin çizdiği portreye baktığımızda, paradan puldan anlamayan, kafası sürekli dumanlı, tam bir gönül adamı çıkıyor karşımıza. Dünya starı olmak onu pek ilgilendirmiyor. Sözgelimi, menajeri Chris Blackwell’in (James Norton) çok önem verdiği ABD turnesinde vereceği konserler onu hiç heyecanlandırmıyor. Aklında hep Afrika turnesi var. Üstelik Afrika’dan para kazanmayı aklından bile geçirmiyor. Çünkü Afrika kardeşliğine inanıyor. Film boyunca Bob Marley’yi sadece bir kez çok kızmış ve kontrolden çıkmış olarak görüyoruz. O da Afrika turnesi konusundaki hassasiyetinden kaynaklanıyor.
Filmin en dikkat çekici yanlarından biri, ‘Exodus’ albümü ve sonrasında gelen büyük başarının Bob Marley’ye çok iyi gelmemesi… Eşi Rita’nın, tartıştıkları bir sahnede ‘Jamaika’ya dönmen gerek’ demesini ve Londra’da konan deri kanseri teşhisinin etkilerini unutmamak gerek. Film bittiğinde müziğe yaklaşımı, düşünceleri, inançları ve hayat tarzı hakkında çok şey öğreniyoruz ama açıkçası Bob Marley’nin ruhuna sızabildiğimizi söylemek zor. Buna karşılık film, onu bize idealist bir Rasta olarak tanıtmayı başarıyor.
Ülke içi politik dinamikler, silahlı çetelerin ve siyasi liderlerin konumu, haliyle biraz bulanık kalıyor. Hatta seyrederken ‘Birileri bu filmi benden daha iyi anlıyor’ düşüncesi sizi hiç bırakmıyor. Dolayısıyla, filmdeki her şeye uzaktan, belirli bir mesafeden bakıyoruz. Tüm bunlar, senaryo açısından artı puanlar değil ama en azından film sonrasında okuyarak öğrenebileceğiniz şeyler.
Karakterlerin psikolojisi içinse aynısını yapmanız imkânsız. Sözgelimi, sahnede ve kayıtlarda, vokalleriyle her zaman yanında olmasını istediği eşi Rita’nın Bob Marley için vazgeçilmezliğini anlıyoruz. Aralarında geçen bazı konuşmalardan sorunsuz bir ilişki yaşamadıklarını görüyoruz ama belli ki aile destekli biyografi olması nedeniyle çoğu şey pas geçiliyor. Sadece sezdiriliyor.
Filmde 1976 – 1978 arasındaki dönem dışında Bob Marley’nin gençliğine dair bazı ‘geçmişe dönüş’ sahnelerine yer veriliyor. Beyaz babasıyla olan sorununun yanı sıra Etiyopya imparatoru Haile Selassie’nin onun ve Rastafaria hareketi için taşıdığı ruhani önemin altı özenle çiziliyor. Bunlar, kişiliğiyle ilgili; Bob Marley’yi daha iyi anlamamızı sağlayan iki önemli veri hiç kuşkusuz. Öte yandan, Rita ile ilişkisinin başlaması, Rasta inancıyla tanışması ve yaptığı ilk şarkı kayıtlarıyla ilgili birkaç sahne görüyoruz. Ama bu sahneler ne yazık ki, tadımlık kalıyor. Hatta, geçmişini ve gençliğini daha çok merak ettirerek filmde eksiklik hissi uyandırıyor.
Özetle, film, Bob Marley’nin müziğinin kökenlerini, tekniğini, tarzını ve ‘ses’ini zaman içinde nasıl bulduğuyla pek ilgilenmiyor. Marley, başyapıtı sayılan ‘Exodus’ albümünü yapmadan hemen öncesinde, kişilik ve müzikal anlamda olgunluk döneminde, popüler bir star olarak çıkıyor karşımıza.
Oysa müzisyen biyografilerinin en çekici yanlarından biri, başarı ve şöhret gelmeden önceki yükseliş sürecidir. Çünkü ana karakterin kendi tarzını bulması en çok merak edilen konulardan biridir. Burada ise kısa bir kayıt sahnesi dışında nerdeyse tümüyle pas geçilen bir dönem bu…
Hiç kuşkusuz, bu yaklaşımı eksiklikten ziyade tercih olarak değerlendirmek gerek. Uzayarak dağılıp gitmiş bazı biyografilerin aksine en azından odağını iyi belirlemiş, menzilini önceden tespit etmiş bir film var karşımızda. O yüzden, son tahlilde filmle ilgili görüşüm, olumsuz değil. Filmin, Bob Marley ile birçok yüzeysel bilgimi derinleştirdiği kesin. ‘Exodus’ albümünün ortaya çıkış sürecindeki detaylar, albüm kapağı konusunda çıkan tartışmalar iyi anlatılıyor. Yönetmen Reinaldo Marcus Green de üstüne düşeni yapıyor. Ayrıca, Kingsley Ben-Adir’in Bob Marley’de iyi bir performans çıkardığını düşünüyorum. Şarkıların güzelliğini de hesaba kattığımda önerebileceğim bir biyografi filmi.
6.5/10