Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Son yıllarda hem dünyada hem Türkiye’de sayıları giderek artan müzisyen biyografileri, bu hafta vizyona giren ‘Cem Karaca’nın Gözyaşları’yla devam ediyor.

Kameranın ardında Yüksel Aksu gibi, önceki işlerini sevdiğim beğendiğim bir yönetmen olmasına rağmen, filmi görmeden önceki beklentilerim açıkçası çok yüksek değildi. Çünkü bütün biyografi filmlerini ‘acı dozu yüksek melodramlar’a dönüştürmek gibi bir ulusal sinema geleneğine doğru ilerlediğimizi, Yüksel Aksu’nun da bu eğilimden pek uzak duramayacağını biliyordum. Ama seyrettikten sonra filmin göz yaşartıcı bir melodram olmakla birlikte Cem Karaca’nın müziğini, sanatçı kişiliğini ve politik duruşunu öne çıkardığını gördüm.

Açıkçası, şu ana kadar seyrettiklerim arasında en iyi yerli biyografi filmi olduğunu söyleyebilirim. Bunda senaryo ve yönetmenlik kadar İsmail Hacıoğlu’nun oyunculuğunun da önemli payı var. Hacıoğlu, Cem Karaca’nın filmdeki tüm şarkılarını seslendiriyor -ki filmi seyrederken buna inanmakta zorluk çektiğimi söyleyebilirim. Birkaç şarkıda kendi kendime ‘Bunu mutlaka Cem Karaca’dan almışlardır’ dediğimi bile hatırlıyorum. Ama Aksu’dan da teyit aldığım gibi tüm şarkıları Hacıoğlu seslendiriyor. Ayrıca beden dilini ve sahne personasını başarıyla yorumluyor. Cem Karaca’nın annesi tiyatrocu Toto Karaca’yı canlandıran Yasemin Yalçın’ın performansını da beğendim ve etkilendim. Gençlik yıllarından beri sevdiğim bir oyuncu olan Fikret Kuşkan’ın hikâyenin anahtar kişiliklerinden baba Mehmet Karaca yorumunu unutmamak gerek.

Kuşkusuz, Cem Karaca gibi bir efsanenin biyografisi söz konusu olduğunda itirazların ardı arkası kesilmez. Sadece filmin anlattıkları değil, anlatmadıkları da tartışılır. Sözgelimi, Almanya döneminin eksik kaldığı söylenebilir. Türkiye’ye döndükten sonra yaşadıklarının nerdeyse tümüyle pas geçilmesi ciddi ve haklı eleştiriler alabilir. Ama tüm biyografik filmlerin senaryoları temelde sınırlamalar ve tercihlerle ilgilidir. Herkesi mutlu edemez, her şeyi aynı anda anlatamaz, detaya giremezsiniz. Belgesel değil konulu film çektiğiniz için gerçeği biraz eğip bükmek zorunda kalırsınız. İşte bu yüzden, tüm biyografi filmlerinde olduğu gibi öncelikle senaryonun niyetine, dramatik odaklarına ve bir seyirci olarak kendi üzerimdeki duygusal etkilerine bakmaktan yanayım.

Son dönemde dünyada ve Türkiye’de, yakın aile üyelerinin desteğiyle çekilen ‘resmi’ biyografilerin tümü gibi filmin öncelikli niyeti, tartışma açmak değil. Cem Karaca’nın adını saygıyla anmak ve onu yeniden gündeme getirmek… Belli ki amaç ‘Bohemian Rhapsody’ ve ‘Rocketman’de olduğu gibi hem hayran filmi yapmak hem genç kuşaklara ulaşmak. O yüzden, karaktere eleştirel yaklaşmak, belirli bazı konularda psikolojik derinlik yakalamak gibi hedefler yok.

Önceki ‘hadigari’ ya da Muğla Üçlemesi’nde kendi dünyasını kuran Yüksel Aksu, bu kez sadece hikâye anlatıcısı olarak geliyor karşımıza. Biçimcilikten ve anlatım oyunlarından uzak durarak, öykü ve karakterleri öne çıkarıyor.

Senaryoya da katkı veren Yüksel Aksu’nun filmin odağını temelde üç aşamalı olarak kurduğunu görüyoruz. Öncelikle Cem Karaca’nın tiyatrocu babası Mehmet Karaca ile liseden mezun olmasının ardından başlayan ve yıllarca süren çatışması ele alınıyor. Babasının onun için düşündüğü meslek ve hayal ettiği istikbal ile genç Cem Karaca’nın yapmak istedikleri arasında öyle bir uçurum var ki ister istemez çatışma büyüyor. Ama bu çatışmanın Cem Karaca’nın müzisyen kişiliğine yön veren bir tarafı var. Baba, başlangıçta Batı tarzı rock’n roll yapmak isteyen oğlunu eleştiriyor, dikkatini içinde yaşadığı coğrafyaya ve Anadolu’ya çekmeye çalışıyor. Bir şekilde hedefine ulaşıyor belki ama bu sefer de oğlunun müziğe daha çok bağlanmasını engelleyemiyor.

İkinci dramatik odak, Cem Karaca’nın müzisyen kimliğinin gelişimi… Film bu yanıyla, edebiyatta ‘bildungsroman’ olarak adlandırılan, bireyin olgunlaşma sürecini anlatan roman türünü akla getiriyor. Cem Karaca’nın çocuk yaşta okulda söylediği şarkıyla başlayan müzik serüveni, film boyunca farklı aşamalardan geçiyor. Açıkçası, kendi adıma filmin en sevdiğim yanı, bu hiç bitmeyen değişim süreci oldu… Askere gitmeden önceki Cem Karaca ile Almanya’ya gitmek zorunda kalan Cem Karaca arasında gerçekten öylesine büyük farklılıklar var ki, onun hayatını bu değişimlerden bağımsız ele almak mümkün değil. Kuşkusuz yüzeysel kalıyor ama sadece müzikal anlamda değil, aynı zamanda politikleşmenin getirdiği bir değişim eğrisine tanık oluyoruz.

‘Cem Karaca ve Apaşlar’ döneminde, askerlik sonrası halk ozanları ve türküler üzerinden Anadolu rock’a yöneliyor, kendi sesini ve sound’unu bulmaya başlıyor. Film, tüm bu yaşananlar sırasında arka fondaki sosyal değişimi ve 12 Mart rejiminin sonuçlarını gözlemlemeyi ihmal etmiyor. Cem Karaca aktif siyasete girmiyor ama dönemin politik ikliminde tarafsız kalmıyor. Politikleşme ve devrimci kitlelerle yakınlaşma, Apaşlar grubuyla kopuşu, Kardaşlar dönemini ve ardından Moğollar grubuyla bir araya gelmeyi getiriyor. Moğollar’la birlikte müzikal anlamda önemli adımlar atıyor Cem Karaca. Ama onlarla birlikte yeniden değişmek, farklı denemeler yapmak istediği noktada yolları ayrılıyor. Cahit Berkay’la sanat, politika ve ajitasyon konularında görüş ayrılıklarına düşüyor; Moğollar’ın kendisini terk etmesine engel olamıyor. Berkay’ın ‘Ben Paris’e gidiyorum’ diye kalkıp gitmesi, Moğollar’ın Fransa dönemini bilenler için anlamlı ve hoş bir sahne. Aynı zamanda, o dönem müzisyenlerinin aralarında yaşanan estetik tartışmaların özeti niteliğinde.

Sonra feodal temalardan kurtulmayı ve bir şehir ozanı olmayı hedeflediği dönem geliyor. Çok satan ‘Namus Belası’nın öz eleştirisini verip yine olay olan ve yıllarca dillerden düşmeyen ‘Tamirci Çırağı’nı yapıyor. Politikleşmenin vardığı son noktada ise Sarper Özsan’ın ‘1 Mayıs Marşı’ geliyor ve hakkında açılan davalar nedeniyle Türkiye’yi terk etmek zorunda kalıyor.

Tam da burada, filmin üçüncü ekseni kuruluyor. Gençlik yıllarında babasına ‘Türkiye’nin sesi olacağım’ diyen Cem Karaca’nın, ülkesinden ayrılmasının ardından susuz kalmış bir çiçekten veya Almanya’daki evinde arka planda sürekli gördüğümüz akvaryum balığından farkı kalmıyor. Belki cezaevine girmekten kurtuluyor ama sadece ülkesinden değil tüm sevdiklerinden ayrı kalarak ceza çekiyor. Filmin bu bölümünde müzisyen kimliğinin gelişimi duruyor; onun yerini ayrı düştüğü oğlu Emrah’ı, ailesi ve vatanını özleyen bir sanatçının acıları, hatta çaresizliği alıyor. Filmin duygusal yanının güçlendiği bir bölüm bu…

Filmi sevmemdeki en önemli neden, Cem Karaca’yı benim için değerli kılan özelliklerini öne çıkarmasıydı. Kaldı ki, melodram formatı bende de çalıştı. Sonlara doğru bazı sahnelerde gözlerim yaşardı. Bunda hiç kuşkusuz kişisel tarihimin etkisi vardı.

Cem Karaca, şarkılarıyla, beni çocukluktan ilk gençliğe taşıyan müzisyenlerden biriydi. Rock akorlarına duyduğum ilgi, küçük yaşta onun plaklarıyla başlamış ve giderek artan bir ilgiyle sürmüştü. Led Zeppelin ile Pink Floyd’a Anadolu rock üzerinden geçmiştim. Buna karşılık, küçük yaşta, o ve kuşağındaki diğer müzisyenler sayesinde türkülerin güzelliğini, halk ozanlarını keşfetmiştim. Politik kişiliği, Cem Karaca’yı kendi kuşağındaki diğer isimlerden ayıran özelliklerinden biriydi. Sadece müziğini, yorumunu, sahne personasını değil; şarkılarının sözlerini de severdim. Bana ve kuşağıma şarkı sözlerini önemsemeyi öğreten isimler arasındaydı.

Özetle o, benim için öncelikle 1970’lerin devrimci ruhunun, Türkiye müziğinin simge isimlerindendi. Aynı kuşaktan geldiğim Yüksel Aksu, işte tam da bu duygu üzerinden yakaladı beni. Sonuçta, hedefin bir Cem Karaca güzellemesi olduğu çok açık ve ben kendi adıma amaca ulaşıldığını düşünüyorum.

7/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar