Geçtiğimiz cuma günü gösterime giren ‘Narsistle Aşk’ (L'Amour et les Forêts), Fransız yönetmen Valérie Donzelli’nin altıncı uzun konulu filmi. Dünya prömiyerini Locarno’da yapan düşük bütçeli ilk filmi ‘La Reine des pommes’dan (The Queen of Hearts - 2009) bu yana kendine önemli festivallerde yer bulan bir sinemacı Donzelli. İkinci filmi ‘La guerre est declaree’ (Declaration of War) 2011’de Cannes’da açılmış ve adından söz ettirmeyi başarmıştı. ‘Narsistle Aşk’ da prömiyerini geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde yapan yarışma dışı filmlerden biriydi. Festivalle aynı anda Fransa’da gösterime girdi ve 650 bini aşkın bilet satışıyla dikkat çekti.
Yönetmenliğe oyunculuktan gelen Donzelli’nin, Éric Reinhardt'ın 2014’te yayımlanan romanından Audrey Diwan ile birlikte sinemaya uyarladığı ‘Narsistle Aşk’, ilk 20-25 dakikasıyla romantik aşk filmi sularında seyrediyor. İkiz kız kardeşi Rose’un ısrarıyla evden çıkan Blanche Renard (Virginie Efira), katıldığı ve kimseyle sosyalleşemediği partide gençlik yıllarından tanıdığı Grégoire Lamoureux (Melvil Poupaud) ile karşılaşıyor. Kendisine kur yapan Grégoire’ın ilgisinden etkileniyor ve olaylar hızla gelişiyor. Grégoire ilk günlerden itibaren ideal âşık portresi çiziyor, Blanche’ın başını döndürüyor.
Dikkatli seyirciler ise ne kadar etkileyici bir âşık olursa olsun Grégoire’ın bazı sorunları olduğunu seziyorlar. Örneğin, Rose’dan söz ederken ikiz kardeşliğe rekabet ilişkisi olarak bakması, bize pek sempatik gelmiyor. İlk 3 ay boyunca hamileliği çevreden saklamak kabul edilebilir bir olay; ama Blanche’ın hamileliğini kardeşi Rose ve annesine söylememesi için gösterdiği ısrar rahatsız edici. Aralarındaki ilişkinin yeni başladığı günlerde Grégoire’ın kendisini başkalarına ‘Kadınım’ diye tanıtması Blanche’ın hoşuna gidiyor, romantik geliyor. Fakat Grégoire’ın ileride sorunlara yol açacak davranışlarını önceden yansıtan bir ifade bu… Normandiya’dan ayrılmadan önce Grégoire’ın, ikiz kardeşinden uzaklaşacak olmanın hüznünü yaşayan Rose’a ‘Bencil olma, Blanche’ı üzme’ demesi de akılda kalıcı. Çünkü evlilik ilerledikçe asıl bencil olan kişinin kim olduğu daha iyi ortaya çıkıyor.
Aşkın ve filmin ilk ‘kırılma noktası’nda, yani Grégoire’ın ‘mükemmel’ biri olmadığını fark ettiğinde Blanche evli ve çocuklu bir kadın artık… Dahası, doğup büyüdüğü şehri terk etmiş, annesi ve kız kardeşinden uzaklaşmış durumda. Evet, aralarındaki ilk ciddi sorun çıkıyor ama yine de romantizm, aşk ve aile hayatı bitmiyor. Blanche, tutkulu bir âşık olmaktan hiç vazgeçmeyen ve henüz ‘dönüşümü’nü tamamlamayan Grégoire’ı sevmeye devam ediyor.
Ne var ki, seyircilerin Blanche’ın davranışlarını artık doğru bulmayabileceği, hatta filmden kopabileceği bir nokta bu… Blanche ilişkiyi sürdürmekte sakınca görmüyor ama söylediği yalan ortaya çıktığında Grégoire seyircinin zihninde kredisini yitiriyor. Çünkü ilişkinin en romantik ve güzel döneminde kritik bir konuda yalan söylediğini fark ediyoruz. İlk karşılaştıklarında flört etmeye ‘Senden sır saklamak istemiyorum’ diye başlamasını veya şakayla karışık sık sık dürüstlükten söz etmesini aklımıza getirdiğimizde, amaçları doğrultusunda sistematik bir yalancı olduğunu daha iyi kavrıyoruz.
Blanche ise tüm bu verileri ve ipuçlarını görmezden geliyor. Çünkü aralarında güçlü bir duygusal bağ var. Film biraz da Blanche’ın her şeyi geç keşfetmesi ve harekete geçmekte gecikmesiyle ilgili. Hatta biraz ileri giderek romantizmin bazen çok büyük bir yanılsama olabileceği üzerine bir film seyrettiğimizi dahi söyleyebiliriz. Tam da burada, ikiz kardeşi Rose’un ilişkiye daha ilk anlardan mesafeyle yaklaştığını hatırlamakta yarar var. Gerçi huysuz ve kıskanç görünüyor ama yıllar geçtikçe doğru tespitler yaptığı ortaya çıkıyor.
Blanche’ın ilişkiyi sürdürmesinde, Grégoire’ın sürekli değişen taktiklerinin de katkısı var hiç kuşkusuz. Çıkan bütün krizlerde her şeyi sevgiye bağlamasının ötesinde çocukları ve ‘Biz aileyiz’ fikrini iyi kullanıyor. Dahası, kendini acındırmasını biliyor ama Blanche’ı hayallerindeki gibi eve hapsedemeyeceğini anladıkça, çıkan her kavga sonrasında kendi doğasını inkâr etmekten vazgeçip ‘Beni böyle kabul et’ demeye başlıyor.
‘Narsistle Aşk’ hastalıklı ve tehlikeli sahiplenme duygusu üzerine bir film… Filmin İngilizce başlığının işaret ettiği gibi ‘Sadece ikimiz’ zihniyetiyle başlayan bu aşırı sahiplenmenin, sevgi değil marazi bir özgüvensizlik içerdiğini ve bir insanı neye dönüştürebileceğini net olarak görüyoruz. O noktada ilişki Blanche için psikolojik esaret haline geliyor.
Filmin ve ilişkinin ikinci kırılma noktasında Blanche, tümüyle sezgisel olarak, içinden geldiği gibi hareket ederek adım adım büyüyen bir kriz çıkarıyor. Hayatının her saatini kontrol etmeye çalışan Grégoire’a isyan ediyor. Kendini biraz olsun iyi hissetmek için önceden planladığı ama aslında sezgisel olarak gerçekleştirdiği ‘bu eylem’ sayesinde çok kötü günler yaşıyor ama Grégoire’ın ‘çılgın âşık’ maskesini tümüyle düşürmüş oluyor. O maskenin altından bir canavar çıkıyor. İlişkinin en güzel döneminde Grégoire’ın esprili şekilde Blanche’ı ne kadar sevdiğinden söz ederek ‘Canavara dönüşmeme izin verme’ anlamına gelen şeyler söylemesini de unutmayalım.
Evlilikteki aldatma veya ihanet gibi kavramlara çok farklı bir yerden bakan yönetmen Valérie Donzelli, sadece baskıcı erkeklik değil; aşk uğruna özgürlüğü kaybetmek ve onu yeniden kazanma arzusu üzerine bir film yaptığının farkında. Tam olarak nerede olduğunu anlayamadığımız ilk sahnede, Blanche’ın zihninden geçen orman görüntüleri, hiç şüphesiz özgürlüğü simgeliyor. Normandiya’daki sahil kentinden Metz’e giderken Rose’a ‘denizin yerini orman alacak’ demesini unutmamak gerek. Orman, sonlara doğru Blanche için aynı zamanda isyanın simgesi… Donzelli’nin orman sahnelerini filmin geri kalanından ayırmak için yeşili diğer sahnelerde baskın renk haline getirmediğini not edelim.
Senaryodaki hikâye kurgusuna baktığımızda, ilk sahneden itibaren Blanche’ın, Grégoire ile ilişkisini anlattığı kişinin (Dominique Reymond) kim olduğunu ancak finalde öğrenebiliyoruz. Donzelli’nin kamerayı yaklaşık iki buçuk dakika boyunca Blanche’a kilitlediği final, özgürlüğü için girdiği savaştaki kararlı tutumunu ve aynı zamanda yalnızlığını işaret eden bir sahne.
Donzelli’nin anlatımında 21. Yüzyıl sinemasından uzakta 1960’ları, 1970’leri hatırlatan çok bariz ‘retro’ bir tarz hemen dikkat çekiyor. Bu retro tarz, daha ilk anlardan itibaren öncelikle görüntü yönetmeni Laurent Tangy’nin çalışmasında kendini gösteriyor. ‘Narsistle Aşk’, 16mm filmle çekilen bir film. Dolayısıyla, sadece dijitalin değil 35mm’nin netliğinden de uzağız. Hatta ilk karelerde kadrajın köşelerinde ufak tefek çizgiler bile görüyoruz. 16mm’nin yapısı gereği baştan sona grenli bir doku var. Donzelli, sevişme sahnelerinde monokrom diyebileceğimiz kırmızı beyazdan oluşan bir renk paleti tercih ederek 1970’leri akla getiriyor. Yine o yıllarda sıkça kullanılan kadraj ölçüsü 1.66:1’i düşündüğümüzde Donzelli’nin 1970’lerin anlatım tekniğiyle günümüzde geçen bir filme imza attığı söylenebilir.
Aslına bakarsanız, Donzelli film boyunca tek sahne hariç denemeci veya biçimci yaklaşım sergilemiyor. Ama sözünü ettiğim sahneye baktığınızda nedenini anlıyorsunuz. Donzelli dikiş makinesinin başında oturan annenin ikiz kızları Rose ve Blanche ile farklı zamanlarda yaptığı konuşmaları ‘açı karşı-açı’ tekniğiyle kurguluyor. Renk paletini ise sahne içinde tiyatro ışığı gibi değiştiriyor. Blanche annesine evlilik kararını açıklarken Rose da karara olumsuz tepki veriyor. Yıllar önce kaybettikleri baba ise odada duran siyah beyaz fotoğraftan onlara eşlik ediyor. Özetle, Renard ailesinin geleceğine damga vuran kararın konuşulduğu ve Rose’un doğru çıkan kaygılarını dile getirdiği sahne olarak, sevişme ve orman sahneleri gibi filmin bütününden ayrışıyor.
Virginie Efira, iç dünyasında fırtınalar kopsa da öfkesini kontrol etmesini bilen, eşinin manyak hallerine karşı genelde sessizliği veya sınırlı sayıda cümleyi tercih eden Blanche’a akılda kalıcı bir yorum getiriyor. İkiz kardeşi Rose’u canlandırdığı sahnelerde de aradaki farkı göstermesini biliyor.
Geçtiğimiz yıl ‘Güzel Bir Sabah’ta (Un beau matin) seyrettiğimiz Melvil Poupaud’nun çok iyi bir performans çıkardığı Grégoire rolüyle Lumiere Ödülleri’nde en iyi erkek oyuncu dalında aday gösterildiğini belirtelim. Anne rolündeki Marie Rivière ve son bölümde Blanche’ın oda arkadaşını canlandıran Virginie Ledoyen de Fransız sinemasının farklı nesillerden gelen tanıdık yüzleri olarak filmde yerlerini alıyorlar.
Türkçe adına pek ısınamadığımı itiraf edeceğim ‘Narsistle Aşk’, konu olarak 1980’li ve 1990’lı yılların Hollywood’unda pek çok örneğini izlediğimiz, marazi ve tehlikeli karakterlere dayanan psikolojik gerilimleri akla getiriyor. Ama o filmlerle herhangi bir diyalog içinde olduğunu düşünmüyorum. Her şeyiyle bir Fransız filmi ve Amerikan tarzı janr filmi olmaktansa öncelikle temasına ve karakterlerine odaklanıyor. Açıkçası, çok sevdiğimi ve etkilendiğimi söyleyemem; çünkü benzer öyküleri anlatan filmlerden kendini ayrıştırdığını pek sanmıyorum. Buna karşılık, tüm dünyada trajik sonuçlara yol açan ve kadına yönelik şiddete dönüşen toksik erkeklik hallerini iyi analiz eden bir film olarak bence kayda değer.
7/10