Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Büyükannenin illegal hayatı
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Soğuk Savaş yıllarında ABD, devrimcilere karşı tüm dünyada gayri resmi olarak askeri diktatörlükleri ve kontrgerillayı destekledi. ‘Hür Dünya’nın lideri ABD’nin desteğiyle kendilerini daha güçlü ve rahat hisseden diktatörler, yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği, çok daha fazlasının işkence gördüğü siyasi baskı rejimlerini yıllarca sürdürdü. Şili de bu ülkeler arasındaydı.

        Dünya prömiyerini, 2022 Cannes Film Festivali’nde ‘Yönetmenlerin 15 Günü’ bölümünde yapan ‘1976’, adından da belli olduğu üzere General Pinochet’nin Şili’deki iktidarının en karanlık yıllarından birinde geçiyor. Senaryoyu Alejandra Moffat ile birlikte yazan Şilili sinemacı Manuela Martelli, yönettiği ilk uzun filminde, 50 yaşlarındaki üst orta sınıf ev kadını Carmen’in (Aline Kuppenheim), direnişçi bir gencin hayatını kurtarma çabalarını anlatıyor. Yalnız başına otomobiliyle yolculuk yaparken tanıyoruz onu… Sahneler ilerledikçe yazlık evinin bakım ve yenilemesi için kış mevsiminde şehirden deniz kıyısına geldiğini; hastanede yöneticilik yapan Doktor Miguel (Alejandro Goic) ile evli olduğunu öğreniyoruz. Ertesi gün sabah daha yataktan bile kalkamadan Rahip Sánchez (Hugo Medina) gelip onu buluyor ve acilen görmesi gereken Elías adında ‘bir rahip’ten söz ediyor. Bir süre sonra Elías (Nicolás Sepúlveda) dediği kişinin güvenlik güçleriyle yaşanan çatışmada bacağından yaralanan gencecik bir Pinochet muhalifi olduğu ortaya çıkıyor.

        İlerleyen bölümlerde, Carmen’in geçmişte Kızıl Haç’ta çalışan bir sağlık görevlisi olduğunu; görme özürlülere kitap okumak, yoksullara yardım etmek gibi Katolik Kilisesi’nin bölgedeki çeşitli yardım etkinliklerine düzenli olarak katıldığını anlıyoruz. Ama Rahip Sánchez bu kez tüm bunları aşan bir istekle geliyor ona: hiç kimsenin kendini güvende hissetmediği bir dönemde, polisin aradığı bir direnişçiye yardım etmesini istiyor. Rahibi geri çevirmiyor becerikli Carmen. Elías’ın yarasına doğru tedaviyi uygulamakla kalmıyor; eşi Miguel’in reçetesini dahi yazmayı reddettiği penisilini temin etmenin yolunu buluyor. Asıl önemlisi, Elías’ın iyileşmesinin ardından ‘Benden bu kadar’ diyerek çekip gitmiyor; sağ salim oradan çıkıp gidebilmesi için elinden geleni yapmaya karar veriyor ve direnişçilerin illegal hayatına ucundan köşesinden dahil oluyor.

        Peki, ama ailesi dahil hiç kimseden destek almadan tek başına tüm bu risklere neden giriyor Carmen? Manuela Martelli’nin temelde bu soruya odaklandığını ve yanıtı bize bıraktığını düşünüyorum. Anaakım filmlerde görmeye alıştığımız türden açık bir nedensellik sunmuyor bize. Öncelikle, Carmen politik biri değil. Ama insanlık görevini yerine getirmesi ve militan genci iyileştirmeye odaklanması, cesaretinin açık göstergesi. Öte yandan, Martelli’nin derdi, bir kahramanlık filmi yapmak değil. Çünkü Carmen’in kahraman olma gibi bir motivasyonu yok. O torunlarıyla mutlu mesut yaşamak isteyen bir büyükanne. Uzlaşmacı eşinin aksine, faşist rejim karşısında kuralcı ve itaatkâr olmak istemiyor.

        Böylesi bir filmde, Carmen ile direnişçi arasında güçlü bir dostluk ve sevgi bağının gelişmesini veya ana karakterin giderek politize olmasını bekleyen seyirciler olabilir ama açıkçası hikâye o şekilde gelişmiyor. Yaralı Elias’la kurduğu iletişimin Carmen’i değiştirdiğini söylemek kolay değil. Kuşkusuz insani bağ kuruyor. Kalbinin temizliğini, gençliğinden gelen saflığını fark ediyor. Elias’a şefkat duyduğunu anlıyoruz ama politik fikirlerinden etkilendiğine dair kesin veri yok elimizde. Kaldı ki, siyaset ve Şili üzerine pek konuşmuyorlar. Ayrıca, karşısında etkileyici ve karizmatik bir devrimci değil, ‘İktidara geldiğimizde senin adına hastane yaptıracağız’ diyen romantik, hayalci bir genç duruyor. Carmen’i en çok etkileyen ve harekete geçiren sözleri ise büyük ihtimalle ‘Yakalanırsam işkence göreceğim’ demesi oluyor.

        Özetle, senaryo iki karakter üzerindeki iletişim, etkileşim üzerinden değil; Carmen’in eylemleri üzerinden gelişiyor. Ve film, bize ikinci bir önemli karakter sunmadan Carmen’in iç ve dış dünyasına odaklanıyor. Tam da burada, biraz Carmen’in ‘dış dünyası’na yani yakın çevresine bakmak gerekiyor. Carmen’in vicdanlı, merhametli iyi bir insan olduğunu bilen ve yaralı genci gönül rahatlığıyla ona emanet eden Rahip Sánchez, kuşkusuz filmin anahtar karakteri. O yıllarda Şili dahil birçok ülkede Katolik Kilisesi’nin benzer dikta rejimleriyle karşı karşıya gelmemek için tüm mensuplarını devletle iş birliğine teşvik ettiğini hesaba kattığımızda, rahibin davranışları daha anlamlı hale geliyor. Daha önce ihbar ettiği gençlerin öldürüldüğünü anlayan rahip, bu kez aynı hatayı yapmak istemiyor.

        Bütün ailenin buluştuğu yemekte Carmen’in sadece eşinin değil, oğlunun da dikta rejimiyle uzlaştığını; en azından olup bitenlerden hiç rahatsız olmadığını anlıyoruz. Buluşmaya ‘Vosvos’ ile gelen kızı ve damadının ise rejimden hoşlanmadıklarını hissediyoruz; ama baba masada kardeşlerin tartışmasına izin vermiyor. Eşinin arkadaşlarıyla çıktıkları tekne turunda konuşan kadın ise demokrasi yerine faşizmi tercih edenlerin otoriter rejim aşkını dürüstlükle dile getiriyor; ‘Şili halkının demokrasiye layık olmadığı’ anlamına gelen sözler sarf ediyor. Carmen’in eşi Miguel de hiç itiraz etmeden dinliyor söylenenleri.

        Etrafında güncel siyaset konuşulurken sürekli sessiz kalması nedeniyle dışardan apolitik biri gibi görünüyor Carmen. Yaptıklarının nedenlerini kimseye açıklamıyor; son sahnelere kadar duygu ve düşünceleri üzerine pek konuşmuyor. Her şey bittiğinde ise derinlerdeki asıl motivasyonun ‘suçluluk duygusu’ olduğunu anlıyoruz. Somut bir olaydan kaynaklanan suçluluk duygusundan değil, vicdani bilinçten söz ediyorum. Konforlu burjuva hayatından, faşist rejimle uzlaşan ailesinden, Avrupalı sömürgecilerin kökeninden gelmekten kaynaklanan derin ve ahlaki bir suçluluk hissi bu…

        Başta eşi olmak üzere birçok insan için dışardan kendi halinde bir büyükanne gibi görünen Carmen, toplumun kadınlar için çizdiği sınırların dışına çıkmaktan hiç kaçınmıyor. Çünkü o sınırların içinde kalırsa hiçbir şey yapamayacağının farkında. Carmen’in tehlikeli ‘illegal’ işlere macera ve adrenalin için girmediği kesin. Tek hedefi, bir insanın hayatını kurtarmak… Yönetmen Martelli, tüm bunları incelikle vurguluyor.

        ‘1976’ seyir keyfi yüksek bir film değil belki… Ama üzerine düşündükçe her detayın, her sahnenin anlamı olduğunu görmeniz mümkün. Mesela, Carmen’in torunlarıyla plaja inerken gördüğü sahile vuran cansız kadın bedeni… Şili’de o yıllarda derin devletin emrinde çalışan kontrgerillanın, birçok muhalifi sorgulayıp öldürdüğünü ve cesetleri yok etmeye çalıştığını biliyoruz. Kimliği belirsiz o ceset, kayıpların simgesi. Carmen’in, yol üzerindeki barda kendisiyle kibarca flört eden dalgıca o kadını sorması üzerine konuşkan, arkadaş canlısı adamın masadan kalkıp gitmesini de atlamamak gerek. Sonuçta, kimsenin kimseye güvenmediği bir dönem…

        Carmen’in evdeki yenileme işlerine göz kulak olması, eve getirdiği akvaryum balıkları, torununun doğum günü hazırlıkları ve zebra desenli elbise gibi detayların çoğu, filmin anlam dünyası içinde bir yere oturuyorlar. Carmen’i bir nalburda yazlık evinin duvarları için boya satın alırken gördüğümüz açılış sahnesi de anlamlı… Carmen, kitaptaki Venedik manzaralarından seçtiği rengin karışımını tutturmak için uğraşırken sokaktan gelen sesler üzerine kamera, mavi boyanın pembeye karıştığı kaba odaklanıyor. Gelen seslerden polisin veya kontrgerillanın bir kadını yakaladığını anlıyoruz. Kamera geriye açılınca Carmen’in değil, sokaktaki bir kadının götürüldüğünü; dükkândakilerin buna çok şaşırmadığını ve sadece kepenklerin kapatıldığını görüyoruz. Elinde boyalarla dışarı çıktığında Carmen’in yerde fark ettiği kadın ayakkabısını ayağıyla otomobilin altına itmesi, yaşananları görünmez kılmak istemesinin göstergesi sanki veya tanık olmanın utancını bastırması...

        Açılışta birbirine karışan pembe ve mavi, filmin renk paletinde de yer yer karşımıza çıkıyor. Sonlara doğru, Carmen yazlık evinin mutfağında mikserde bu kez kırmızı ile beyaz renkleri birbirine karıştırıyor. Mikserin yakın çekiminde açılıştaki boya karıştırıcısını hatırlamamak elde değil. Dolayısıyla, eşi onu salona çağırdığında, polisin bu kez onu almak için geldiği fikri takılıyor aklımıza. Salonda onu bekleyen erkek komşunun getirdiği kayıp belge ise fazlasıyla kafa karıştırıcı, hatta ürpertici…

        Martelli, ilk filminde hem anaakım hem bağımsız sinema estetiğinden etkiler taşıyan bir anlatıma imza atıyor. Belirli bir noktadan sonra gerilimi öne çıkarmaya çalışıyor ama hedefine ulaştığını söylemek zor. Gerilim, anlatımdan ziyade Carmen rolündeki Aline Kuppenheim’ın sade ve mükemmel oyunculuğuyla geliyor. Bu arada, Kuppenheim’ı ‘Muhteşem Kadın’dan (Una mujer fantastica) hatırlayabileceğinizi not edelim.

        ‘1976’nın seyir keyfi konusunda iyi bir film olduğunu söylemem mümkün değil. Ağır tempo ve gereğinden fazla uzun tutulmuş sahneler nedeniyle açıkçası duygu ve zihin olarak filmden koptuğum bazı anlar oldu… Buna karşılık, Martelli’nin Carmen’in iç dünyasında yaşadığı psikolojik gerilimi, güvensizliği alışagelmişin dışında bir müzikle yansıtmak istemesini beğendim. Brezilyalı cazcı Mariá Portugal, bu sahnelerde melodilerden ziyade akorların öne çıktığı deneysel bir müzik tercih ediyor ve filmin rahatsız edici gerilimini artırıyor.

        Anlatımın en sevdiğim yanı ise duygu istismarından ısrarla uzak durulmasıydı. Hikâyenin alışageldiğimiz tarzda ‘kötü faşist karakterlere yönelen öfke’ üzerinden kurulmamasını ve dikta rejiminin apolitik bir ev kadını üzerinden anlatılmasını da sevdim.

        7/10