'Barbie'ye eleştiri ve saygı
Barbie, bugün sadece çok satan bir oyuncak değil. Popüler kültüre damgasını vurmuş, deyim haline gelmiş bir imge artık. Dolayısıyla, Barbie markasının sahibi Mattel şirketinin onayı ve desteğiyle gerçekleştirilen ‘Barbie’ başlıklı bir filmin zihinde uyandırdığı ilk çağrışımlar belli... En azından ortada bir ‘hedef kitle’ olduğu aşikâr. Ama yönetmenin Hollywood’un yükselen isimlerinden Greta Gerwig olması ve senaryoyu Amerikan bağımsız sinemasının önde gelen temsilcilerinden Noah Baumbach ile birlikte yazması, hiç kuşkusuz beklentileri başka noktalara taşıyor; Barbie imgesinin günümüzdeki yeri ve anlamının sorgulandığı bir film geliyor akla…
Gerwig – Baumbach ikilisinin de bu beklentileri boşa çıkarmadığını ve tüm hikâyeyi sorgulama üzerine kurduğunu söylemek mümkün: Açılış sahnesinde bir tür ütopya olarak sunulan Barbieland’de diğer Barbie ve Ken’lerle birlikte ‘mükemmel’ hayat sürdüren stereotip sarışın Barbie (Margot Robbie), eğlenip dans ettiği kızlar gecesinde aniden ölümden söz ederek herkesi şaşırtıyor. Sonuçta, bırakın ölüm ve ölümlü olma halini, yaşlılığın bile söz konusu olmadığı bir yerde yaşıyor Barbie. Fiziksel sorunlar, tuhaf deneyimler ve iç sıkıntısının devam etmesi üzerine Barbieland’in münzevi ve bilge sakini ‘Tuhaf Barbie’den (Kate McKinnon) yardım istiyor. Tuhaf Barbie, Gerçek Dünya’ya gidip oradaki sahibini bulması gerektiğini; çünkü sorunun ikisi arasındaki eşzamanlı duygudaşlıktan kaynaklandığını söylüyor.
Barbie, bizim dünyamıza tek başına gelmiyor. Yanında, kendisini ilk gördüğümüz andan itibaren Barbieland’daki konumundan hoşnut olmadığını anladığımız, varoluşsal arayış içindeki sarışın erkek bebek Ken (Ryan Gosling) var… İkisi de Gerçek Dünya’da farklı tecrübeler yaşıyor ve Barbieland’e farklı gündemlerle dönüyorlar.
Barbieland ile Hıristiyan mitolojisindeki Cennet arasında bağ kurmak olası. Ama ‘cennetten kovulmak’ motifi yok ve film ilerledikçe Barbieland’in değişime kapalı bir yer olmadığını görüyoruz. Dışardan gelen içeriyi değiştiriyor… Kuşkusuz, Gerçek Dünya’dan müdahale gelmese, Barbieland’de hiçbir şeyin değişmeyeceği kesin. Kaldı ki, Barbie’nin yaşadığı yerden hiçbir şikâyeti yok. Sonuçta, o ve diğer kızlar, her şeyi mükemmel olarak gördükleri bir ütopyanın içinde yaşadıklarına inanıyorlar. Barbie’nin başlangıçtaki arzusu, değişmek ve yeni şeyler keşfetmek değil. Tam aksine, her şeyin eskisi gibi devam etmesi... Ama her şeyi olduğu gibi muhafaza etme çabasının beraberinde getirdiği sorunlar var. Mesela, döndüğünde karşısına Ken’in alt üst ettiği bir Barbieland’in çıkması üzerine Barbie’nin hemen pes etmesi, dikkate değer bir nokta. Barbie oraya kadar değişime direnen ve kendi gücüne inanmayan bir ana karakter. Daha doğrusu, stereotip Barbie klişesinin dışına çıkamayacağına inanıyor; kaderine razı bir görüntü çiziyor. Ve film tüm bunları açıktan açığa eleştiriyor.
Onu harekete geçiren, bebekleriyle oynamayı 5 yaşında bırakan, Barbie’yi artık çağdışı gören snop ergen Sasha’nın (Ariana Greenblatt) mücadele azmi oluyor… Ama ondan önce Sasha’nın Mattel’de çalışan annesi Gloria’nın (America Ferrera), ‘ölümü düşünerek dertlenen Barbie’yi hayal etmesini unutmayalım. Gerçek Dünya’da ‘derin konularda düşüncelere dalan depresif Barbie’ imgesi olmasa Barbieland’de aslında hiçbir şey değişmeyecek.
Barbie’nin karakter değişimini ‘çocukluktan çıkmak’, ‘büyümek’, ‘kendini keşfetmek’, ‘gerçek kimliğini bulmak’ olarak tanımlayabiliriz. Belki keşfettiği en önemli nokta, ‘mükemmel olarak dayatılan yaşam biçimini sorgulamak’ gerektiği… Barbie’nin gerçek dünyada gördüğü yaşlı kadına hayranlık içinde ‘Çok güzelsiniz’ demesini unutmamak gerek… Belki tam da o anda, ileride eyleme geçebilecek, sınırları aşacak biri olduğunu hissediyoruz. Herkesin sonsuz gençliği, güzelliği yaşadığı ütopyadan gelen birinin yaşlılığı estetik bulması, gerçek hayatı sahteliğe tercih ettiğinin bir işareti aslında… Finaldeki arzusuna buradan bakabiliriz. Hatta Pinokyo’nun insan olma arzusunu da hatırlayabiliriz.
İlk bakışta Barbie kendi içinden değil dışardan gelen bir itkiyle, Gloria ve kızı Sasha’nın etkisiyle değişiyor gibi görünüyor. Ama tasarımındaki saflık ve iyiliğin etkisine yapılan vurguyu not edelim. Barbie’nin annesi olarak bilinen, Mattel’in ortak kurucusu Ruth Handler’ın (Rhea Perlman) kritik anlarda filme dahil olmasını akılda tutmak gerek. Mattel’in yönetiminde kim olursa olsun ‘şirketin kalbindeki kadın fikri, emeği ve göz nuru’ özel olarak öne çıkarılıyor; ‘Barbie’nin genleri’nin sosyal değişime açık olduğu sezdiriliyor. Yaşını almış bir kadın olarak Ruth’u ilk gördüğümüz sahne önemli. Mattel binasında dolaşan Barbie, Ruth’u şaşırtmıyor; tam aksine, Barbie’nin değişim serüvenini önceden sezdiğini ve desteklediğini anlıyoruz. Bunlar, Barbieland’in anaerkil diyebileceğimiz düzeniyle birlikte Gerwig’in Barbie markasına gösterdiği saygının alt metinlerdeki yansımaları…
Gerwig - Baumbach ikilisinin senaryoda öne çıkardığı bir başka nokta, patriyarkal düzen eleştirisi… Filmi daha eğlenceli ve komik kılan; feminist alt metni öne çıkaran bir eleştiri bu... Film boyunca erkeklik egosu, zaafları ve zayıflıklarına hayli alaycı bir yaklaşım getiriliyor. Başta Ken’in Gerçek Dünya’dan Kürklü Stallone imajıyla dönmesi olmak üzere çok hoş detaylar var. Ken’in Gerçek Dünya’daki şaşkın ve mutlu halleri, eril iktidarı keşfetme süreci eğlenceli. Barbie’nin Gerçek Dünya’daki en komik sahneleri ise Mattel’in tümüyle erkeklerden oluşan yönetim kurulu toplantısına girmesiyle başlıyor. CEO’yu canlandıran Will Ferrell’in performansı da komik anlara vesile oluyor. Entelektüel ergen Sasha’nın, Barbieland’deki kadınların eril iktidar karşısındaki teslimiyetlerini görünce, İspanyol sömürgecilerin getirdiği virüslere yenilen Güney Amerika’nın yerli halkını anımsaması da ince bir mizah ürünü. Yeri gelmişken, Barbie karşıtı bir genç kız olarak Sasha’nın filmde anahtar karakter olduğunu belirtmem gerek… Sasha’nın fazla agresif ama doğruluk payı taşıyan eleştirileri karşısında Barbie’nin gözyaşlarını tutamadığı sahne, ‘Barbie’ markası adı altında gerçekleşen bir film için hayli şaşırtıcı görünüyor ama Gerwig, ikisini yol arkadaşı haline getirerek ve araya önceki kuşağın, yani Gloria’nın hoşgörüsünü ekleyerek orta yolu bulmasını biliyor.
Barbieland’deki eski düzende erkeklerin konumu da ilgiye değer. Erkeklerin Barbieland’de kadınlarla olan ilişkileri üzerinden konumlanması, mesela Ken’in kendini Barbie’ye olan aşkı üzerinden tanımlaması, Gerçek Dünya’daki patriyarkal düzenin kadınlarla ilgili özlemlerini yansıtan bir durum aslında… ‘Barbie’ asıl sorunun cinsiyet temelli hiyerarşi olduğunun altını çiziyor.
Senaryonun parlak yanı, tüm bunları ‘son derece hafif, eğlenceli, rengarenk’ bir paket içinde sunabilmesi. ‘Barbie’nin ABD’de ‘Barbenheimer’ adı verilen haftanın açılışında ‘Oppenheimer’ı geçmesi ve eleştirmenlerden olumlu tepkiler alması, başarısının göstergesi. Öte yandan, sonlara doğru filmin şematik, öğretici ve uzun diyaloglara yönelmesinin beni biraz rahatsız ettiğini söylemek isterim. Bunu Gerwig’in açılıştaki ‘2001: A Space Odyssey’ parodisiyle başlayan ve film boyunca zekice işleyen mizah duygusu dengeliyor. Ayrıca, arada yorum yapmayı ihmal etmeyen espritüel anlatıcı (Helen Mirren) fikri de iyi işliyor.
Yönetmen olarak asıl başarısı ise elindeki malzemeyi ‘Barbie estetiği’yle birleştirebilmesi. Sözgelimi, Barbieland’ın çok iyi detaylandırılmış tasarımı ve Barbie ürünlerini pazarlama sahnelerini alaycılıktan kopmadan yapabilmesi kayda değer. Barbieland’in rengarenk dünyası ile markayı yöneten Mattel şirketinin donukluğu arasındaki zıtlığı ve Barbie – Ken ikilisinin Gerçek Dünya’daki hallerini akılda kalıcı resimlere dönüştürebiliyor. Kız çocuklarına seslenen ama kendine dışardan eleştirel gözle bakan, kendiyle dalga geçebilen bir görsel yaklaşım var filmde.
Gerwig, esin kaynağı olarak ‘The Red Shoes’ (1948) ve ‘Cherbourg Şemsiyeleri’ (Les parapluies de Cherbourg - 1964) gibi klasik müzikalleri işaret ediyor. Kuşkusuz, filmde şarkılı danslı sahnelerle eski usul müzikal tarzının enerjisi ve biçimci yanı var. Ama ben ana karakterin gerçekliği keşfetme yolculuğu; ütopya, hayal dünyası ve gerçeklik arasındaki ilişkileri ele alması itibarıyla ‘The Truman Show’ (1998) ve ‘Pleasantville’ (1998) filmlerini anımsadım. Onlar gibi kendi döneminin klasikleri arasına girip giremeyeceğini zaman gösterecek? Sonuçta, iyi vakit geçirdim; eğlendim ama dürüstçe söylemek gerekirse çok etkilenmedim. Markaya eleştiri ve saygı arasındaki o ince denge bana çok matematiksel geldi.
Bir komedi – müzikal olarak baktığımda oyuncuların performansları için olumsuz konuşamam. Ama Barbieland sakinlerinin ‘fazla fazla’ oynadığı kesin. Mesela Ryan Gosling hiç alışık olmadığımız bir oyunculukla çıkıyor karşımıza. Farklı Barbie ve farklı Ken’leri canlandıran oyuncularıyla hayli kalabalık kadrolu bir film olsa da Margot Robbie, America Ferrara, Ariana Greenblatt’ın her anlamda öne çıktıkları söylenebilir.
6.5/10
- 'Hit Man': Aşkın dönüştürücü gücü2 gün önce
- En iyi Godzilla filmlerinden biri4 gün önce
- Will Smith için dönüm noktası1 hafta önce
- 'Exhuma': Toprağın altından gelen ruhlar1 hafta önce
- Şeytanla talk şov2 hafta önce
- Çöl tozu, motor sesi ve Furiosa3 hafta önce
- Üç film, tek hikâye3 hafta önce
- 'Yurt': Baskıyla büyümek…4 hafta önce
- Bir rekabet komedisi: 'Çılgın Kahvaltılık'1 ay önce
- 'Maymunlar Cehennemi' efsanesi sürüyor1 ay önce