Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Wes Anderson’ın geçtiğimiz ay Cannes’da Altın Palmiye için yarışan yeni filmi ‘Asteroit Şehir’ (Asteroid City), 1950’lerden kalma siyah beyaz bir televizyon şovu gibi başlıyor. Sonra söz konusu TV şovunun, Conrad Earp (Edward Norton) tarafından yazılan bir tiyatro oyununun oluşum ve hazırlık sürecini anlatacağı söyleniyor bize… Yazarı, oyuncularla yaptığı konuşmaları, ilerleyen bölümlerde sahne arkasını ve kuliste olup bitenleri seyrettiğimiz bu siyah beyaz sahneler, eski usul 1.37:1 kadraj formatıyla geliyor karşımıza. Yazılan oyundan sahnelere geçtiğimizde ise anamorfik lenslerle çekilen ve 2.39:1’e genişleyen renkli bir filmin içinde buluyoruz kendimizi. Ama ‘tiyatro dekoru duygusu’nu açık şekilde hissediyoruz. Çöl dekorunun kurulduğu büyük bir film platosunda olduğumuzu düşünüyoruz.

Belli ki Anderson, TV – tiyatro ve film gibi dramatik anlatı formatları arasındaki geçişkenlik üzerine kuruyor her şeyi. Bundan daha önemli olan nokta ise iki farklı anlatı veya kurmaca katmanı kurması… Oyunu ve oyunun sahne arkasını paralel kurguyla anlatıyor. Üçüncü anlatı katmanı ise seyrettiğimiz filmin kendisi…

20.Yüzyıl eleştiri kuramcılarının ‘meta kurmaca’, ‘üstmetinsel’ gibi terimlerle karşıladığı karmaşık, sofistike bir yapı bu… Ama sofistike değil; tam aksine naif bir film seyrediyoruz. Astreoid City dekorunda seyrettiğimiz ‘oyun’ ve ‘oyunun sahne arkası’ bölümlerinde hikâyeyle, karakterlerle aramızda mesafe oluşuyor elbette. Sözgelimi, anlatıcının (Bryan Cranston) mizansene dahil olduğu veya kulise geçtiğimiz sahnelerde dramatik akış ani kesintilere uğrayabiliyor. Bir oyun seyrettiğimizi anlıyoruz. Böylesi anlarda Bertolt Brecht’i ve onun özdeşleşme karşıtı, yabancılaştırma efektleri içeren tiyatro kuramını hatırlamamak mümkün değil. Film boyunca oyunun hangi perdesinin hangi sahnesini seyredeceğimizi gösteren yazılar da bir oyunun içinde olduğumuzu bize hiç unutturmuyor.

Anderson’ın bazen kendi ekseninde büyük hızla hareket eden kamerasını da akılda tutmak gerek. Yönetmenin önceki filmlerinde sıkça karşılaştığımız bir tekniktir bu… Ama burada hareketler öylesine hızlı ve peş peşe geliyor ki bir çeşit yabancılaştırma efektine dönüşüyor. Özellikle çölün ortasındaki birkaç bina ve bir motelden ibaret olan Asteroid City’yi gördüğümüz ilk anlarda kameranın varlığını açık şekilde hissediyoruz.

Filmi bilimkurgu türüne bağlayan sahnelerdeki ‘retro-futuristik’ özel efektleri de aynı yaklaşımın ürünü olarak görebiliriz. Günümüz sinemasının dijital teknolojisinin yetkinliğinden uzak, 1950’lerden kalma eski usul özel efektler bunlar…

Anderson’ın Roman Coppola ile birlikte yazdığı hikâyeyi de 1950’li yılların bilimkurgu filmleri üzerinden yorumlamaya başlayabiliriz. O yıllarda, Amerikan bilimkurgusu Soğuk Savaş’ın etkisi altındaydı ve uzaylılar Amerikan hayat tarzını tehdit eden unsurlar olarak görülürdü. Anderson, 1950’lerin ‘paranoyak iklimi’ni çöldeki atom bombası denemeleri, ABD ordusunun uzaylılardan duyduğu korku ve aşırıya kaçan militer önlemler üzerinden ince bir ironiyle hicvediyor. Bölgeye yıldızları gözlemleme etkinliği ve bilimsel proje yarışması için gelen gençlerin, General Grif Gibson’ın (Jeffrey Wright) militarist karantina önlemlerini boşa çıkarması da aynı ironik yaklaşımın bir parçası…

‘Asteroid City’de yetişkin karakterler, özellikle de savaş fotoğrafçısı Augie Steenbeck (Jason Schwartzman) ile film yıldızı Midge Campbell’in (Scarlett Johansson) duygusal yakınlaşması öne çıkıyor ama hikâyenin merkezinde süper zeki, bir grup ergen var. Film asıl olarak, Asteroid City’ye ebeveynlerinden biriyle gelen bu yalnız gençlerin tutkuları, aralarında kısa sürede kurulan arkadaşlık bağı ve dayanışma duygusuyla ilgili… Ebeveynleri ne yaşarsa yaşasın onlar bir araya geldiklerinde kendilerini iyi hissediyorlar. Anderson ‘Moonrise Kingdom’da olduğu gibi gençleri tutkulu ve naif; yetişkinleri ise problemli, pasif ve biraz şaşkın karakterler olarak çiziyor.

Anderson filmlerindeki karakterler, tutkuyla bağlandıkları işleri buldukça ve kendilerine benzeyen insanlarla bir araya geldikçe, sorunlarından biraz olsun kurtulur, hayata daha çok bağlanırlar. Burada aynı izleği sadece ergen gençler üzerinden görmüyoruz. Oyunun yazarının tiyatroya olan tutkusu, karakterleri ve oyuncularıyla olan ilişkileri de en az ergen gençler kadar önemli. Özellikle oyuncularıyla yaptığı toplantıda ‘Uykuya dalmadan uyanamazsın’ sloganı ve sahnede oyunun içinde rüyalara dalma metaforu, ‘yazar, oyun, karakter – oyuncu’ ilişkilerine götürüyor bizi. Sonuçta her şey onun fikirlerinin hayata geçmesiyle ilgili. Hatta, filmi Anderson’un tiyatroya yazdığı bir aşk mektubu olarak görmek mümkün. Gerçi oyuncuları, canlandırdıkları karakterler kadar yakından tanımıyoruz ama tiyatro burada ‘Fransız Postası’ndaki dergi, ‘Büyük Budapeşte Oteli’ndeki otel, ‘The Life Aquatic With Steve Zissou’daki gemi, ‘Tenenbaums Ailesi’ndeki ev gibi karakterleri buluşturan bir tür manevi sığınak… Bunu da en çok Adrien Brody’nin canlandırdığı yönetmen Schubert Green karakteri üzerinden anlıyoruz. Green yaptığı işe öylesine büyük tutkuyla bağlı ki kuliste, dekorun içinde, yani tiyatroda yaşıyor. Eşini sevmesine rağmen tiyatroya olan aşkı nedeniyle evinden uzaklaştığını görüyoruz.

Oyunun içindeki karakterlere baktığımızda, Anderson’ın vazgeçilmez temalarından ebeveyn – çocuk ilişkilerini de görüyoruz. Eşinin ölümünü 3 küçük kız çocuğuyla ergen oğlu Woodrow’a (Jake Ryan) açıklayamayan Augie, filmin başında ‘yalnız baba’ olarak ailesinin başında durmak istemiyor. O yüzden gelip çocukları alması için kendisini pek sevmeyen eşinin babası Stanley Zak’ı (Tom Hanks) çağırıyor. Ama hikâye ilerledikçe kararını değiştirdiğini fark ediyoruz. Filmin sonlarına doğru, ölen eşini canlandırması için seçilen ama sahnelerinin atılması nedeniyle oyun dışı kalan aktrisle (Margot Robbie) karşılaştığı balkon sahnesi de unutulur gibi değil. Gerçeklik ve kurmaca arasındaki sınırların belirsizleştiği, oyuncuların canlandırdıkları karakterlere dönüştüğü bir sahne bu…

Birçok Anderson filminde kaybedilen anne veya babanın geride bıraktığı o büyük boşluk duygusu çıkar karşımıza. Anderson filmlerinde yakınların ölümü, yaşayanlar için matemden ziyade hiç geçmeyen bir özlem ve yaradır. Burada da benzer motifler görüyoruz.

‘Fransız Postası’nda olduğu gibi ‘filmin her yanından yine yıldız oyuncu çıkıyor’… Kısa süreli roller için bu kadar çok ünlü oyuncuyu bir araya getiren çok fazla yönetmen yoktur herhalde. İç içe geçmiş anlatı katmanları, epizodik yapı, farklı kadraj formatları ve siyah-beyaz renkli sahneler arasında geçişler gibi ‘Fransız Postası’yla başka ortak noktalar da var… Her iki filmde anlatıcılar ve monologlar üzerinden ‘edebi metinlerin’ sayısının arttığını söylemek mümkün. ‘Fransız Postası’ ve ‘Asteroid City’, önceki Anderson filmlerine göre daha fazla karakter, yan öykü, diyalog, sahne ve çekim içeriyor. Özetle, her anlamda takip etmesi daha zor bir malzeme var. Hem sözel hem görsel olarak… Sözgelimi, açılış sahnesi, adeta imge ve söz yağmuruyla başlıyor. Öyle ki, neye dikkat kesileceğinizi şaşırıyorsunuz. Filmin frene basıp klasik hikâye anlatımına geçmesini bekliyorsunuz. Ama alışageldiğimiz tarzda bir hikâye anlatımı hiç başlamıyor. Hikâye karakterleri, motifleri, temaları, fikirleri, resimleri ve ‘Anderson’ın estetik dünyasını’ bir araya getiren bir iskelet aslında…

Öykü şekillenmeye başladığında ise bu kez karakter bolluğu, detay zenginliği ve anlatı katmanları arasındaki geçişler yoruyor. Dolayısıyla, Anderson’ın önceki filmlerini sevenleri bile zorlayacak bir film var karşımızda. Ama ben kendi adıma, mizah duygusu, anlatımı, resimleri, karakterleri ve detaylarıyla baştan sona sevdim; eğlendim. Umarım siz de seversiniz.

7/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar