Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Ari Aster’in yazıp yönettiği ‘Korkuyorum’ (Beau is Afraid), 50’li yaşlarındaki Beau Wassermann’ın psikolojik sorunları, kaygıları ve korkularını anlatmıyor sadece. Herşeyiyle o sorunların, kaygıların, korkuların ta kendisi olmaya çalışıyor.

İlk bölümde psikiyatristiyle görüştüğü sahnede Beau Wassermann’ın (Joaquin Phoenix), uzun süredir tedavi gördüğünü ve annesiyle bazı sorunları olduğunu anlıyoruz. Doktorun (Stephen McKinley) ‘kendisini daha iyi hissetmesi’ için yazdığı yeni ilaç, tedavi sürecinin psikoterapiyle sınırlı kalmadığını gösteriyor.

Beau’nun başlangıçtaki hedefi, başka şehirde yaşayan annesi Mona’nın (Patty LuPone) yaş günü kutlamasına gitmek olsa da çeşitli engeller nedeniyle yaşadığı semtten çıkamıyor. Annesinin kaza sonucu öldüğünü öğrenmesiyle birlikte bu kez cenazeye katılmak istiyor ama başka engeller çıkıyor karşısına… Atlattığı badirelerin, yaşadığı maceraların ardından annesinin evine ulaştığında ise büyük sürprizler bekliyor onu.

‘Korkuyorum’un hikâyesinin baştan sona kâbus gibi tasarlandığını söylemek mümkün. Hatta daha ileri gidip, psikiyatristle yaptığı görüşmenin ardından olup biten her şeyin Beau Wassermann’ın bilinçdışında geçtiğini öne sürebiliriz. Gerçi Ari Aster, rüyanın içinde olduğumuza dair açık ve net ipuçları vermiyor bize. Mesela, David Lynch gibi gerçeklikle rüyayı aynı yapı içine yerleştirmiyor; çözümlenecek bulmaca sunmuyor. Tam aksine, Beau’nun annesinin evine ulaşmaya çalıştığı tek parçalı, düz bir anlatı yapısı kuruyor. Ne var ki, her şey gerçekten olup bitiyor diye düşünmekte ısrar edenlerin kafasını karıştıracak bazı şeyler yapmaktan geri durmuyor. Sözgelimi, Grace ile Roger’ın evinde kalırken, tavsiye edilen TV kanalını açtığında; Beau, önce güvenlik kamerasının açısından görüyor kendini. Sonra ‘flash forward’ (geleceğe gidiş) ile filmin ilerleyen sahnelerinde izleyeceğimiz çekimden bir an görüyoruz. Bir başka sahnede ise Beau’nun çocukluk travmasından hemen önceki anı gösteriyor. Ari Aster’in, görünürdeki ‘lineer akışa’ güvenimizi açıkça sorguladığı görüntüler bunlar…

Film boyunca sürüp giden gerçeküstü imgeler de var. Beau’nun evine gelirken yaşadığı semtte olup bitenleri, suç şehri görüntüleri diye yorumlamak mümkün hiç kuşkusuz. Hatta Beau’nun küvetinin tam üzerinde banyonun tavanında durmaya çalışan adamı gerçekliğe bağlamak isteyenlere bile açık kapı var. Ama finalde Beau’nun gölde motorlu sandalla çıktığı yolculuğun rüya olduğu konusunda hepimizin hemfikir olmasını istediği belli… Çünkü Beau’nun bile artık rüyada olduğundan şüphe edeceği gerçeküstü bir mahkeme sahnesi seyrediyoruz.

En başından itibaren her şeyin Beau’nun bitmek tükenmek bilmeyen korkularıyla ilgili olduğunu anlamak kolay. Ama Ari Aster’in tek derdi, seyirciye paranoyalar ve kaygılardan örülü çıkışsız bir kâbus sunmak değil. Tüm bunların yanında her şeyin temelinde yatan nedenleri göstermek istiyor. O yüzden her ne kadar uçuk, sürrealist bir filmin içinde olsak da neden – sonuç ilişkileriyle bağını koparmıyor. Beau’nun çocukluk travmasına tanık olduğumuzda ve annesini daha iyi tanıdığımızda; sadece korkuları değil, bütün o suçluluk duygusu ile özgüvensizliğin altında yatan nedenleri görüyoruz. Daha önemlisi, Beau’nun çok küçük yaşlardan itibaren annesine olan güvenini yitirdiğini fark ediyoruz.

Film ilerledikçe annesi tarafından sembolik anlamda iğdiş edilmiş, korkutulmuş ve suçlanmış bir çocukla karşı karşıya olduğumuz netleşiyor. Anne tarafından sürekli olarak yargılanmanın veya suçlanmanın nasıl bir duygu olduğuna dair fikir veren final, Beau’nun neden bir kâbusun içinde sıkışıp kaldığını daha iyi anlamamızı sağlıyor.

Neden – sonuç ilişkilerini bir yana bırakıp filmin yapısına odaklandığımızda, 5 sekanslı bir yapı görüyoruz. Hikâye örgüsüyle ilgili detay öğrenmek istemeyen okurlarla burada vedalaşıp, özellikle ilk 3 sekansa yakından bakmaktan yanayım. Ama onlardan önce, bizi Beau’nun doğum anına götüren sahneyi pas geçmeyelim. Sadece sesleri işittiğimiz ve bir çeşit ‘doğum travması’na işaret eden sahnede doğum anında bile paranoyasıyla oğlunun önüne geçen aşırı evhamlı bir anne çıkıyor karşımıza. Psikiyatristin huzurlu ve güven verici muayenehanesinden sonra Beau gibi sorunlu birinin hayatını nasıl sürdürdüğünü pek anlayamadığımız ürpertici mahalleye geliyoruz. Polisin her nasılsa kendi haline bıraktığı, cadde üzerindeki cesede dahi dokunmadığı semtin hali, artık Beau’nun bilinçdışında olduğumuza dair açık işaretler taşıyor. Beau’nun dairesinin kapısını kilitledikten sonra bile kendini tehdit altında hissettiğini anlamak zor değil. Evde sessizce yaşayan Beau’nun gizemli komşusu tarafından yüksek müzik sesiyle suçlanması ve peşinden ‘gürültü terörü’yle cezalandırılması, annesiyle yaşadığı ‘haksızca suçlanma, cezalandırılma ve cezaya razı olma’ döngüsünü yansıtan bir durum… Ertesi sabah, valizini, anahtarlarını kaybetmesi, dairesinin evsizler tarafından işgal edilmesi ve sekanstaki diğer tüm detaylar, Beau’nun sosyal korkularının yansıması…

Kendisine ‘kaza sonucu’ alternatif aile bulduğu, ilk bakışta güven verici korunaklı bir yuva izlenimi veren banliyödeki villada geçen ikinci sekans, Beau’nun çocukluğundan beri içinde yaşattığı ‘anneli, babalı, kardeşli normal aile’ özlemini yansıtıyor ve ‘yeniden doğum’ konsepti üzerinden şekilleniyor. Nathan Lane’in canlandırdığı babacan cerrah Roger ve şefkatli, anlayışlı Grace’in (Amy Ryan) ilgisiyle oluşan bu sıcak alternatif aile, ne yazık ki bir süre sonra tuzla buz oluyor. Savaşta ölen asker oğlun varlığı, ot içen agresif ergen kız kardeş Toni (Kylie Rogers) ve bahçedeki karavanda yaşayan bunalımlı eski asker Jeeves (Denis Minochet), her şeyi kısa sürede yine bir kâbusa çeviriyorlar. Alternatif anne Grace suçlayıcı konuma geçiyor; baba Roger kısa sürede silikleşiyor ve Beau’nun anne tarafından cezalandırılma korkusu zirveye çıkıyor.

Ormanda komün halinde, çadırların içinde bir çeşit hippi hayatı yaşayan yetimlerin arasına katıldığı üçüncü sekans, yine korunaklı yuva arayışının yansıması. Burada başka yetimlerle birleşme ve hayata tutunma arzusu öne çıkıyor. ‘Alternatif annesi’ ise bu kez hamile ve yalnız bir genç kadın… Ağaçların arasına kurulan sahnede gerçekleşen tiyatro gösterisi, kısa sürede Beau’nun arzularının yansımasına dönüşüyor. Beau’nun hayallerinde bir köye yerleşip toplumun parçası olduğunu, hayatını çalışarak kazandığını ve aile babası haline geldiğini görüyoruz. Ama film boyunca defalarca karşımıza çıkan su metaforu, burada sele dönüşerek Beau’nun hayalindeki sahte mutluluğa bile izin vermiyor. Buradaki kritik nokta, Beau’nun felaketten sonra da ailesini aramaktan hiç vazgeçmemesi… Tiyatro oyununda babalarla oğulların karşılaştığı sahnede Beau’nun hiç görmediği babasıyla karşılaşması, gerçek hayattaki hayallerinin açık göstergesi. Sekansın tümünün, Beau’nun yakınlarını kaybetme korkusunu temsil ettiğini not etmek gerek.

Parker Posey’nin çocukluk aşkı Elaine olarak karşımıza geldiği dördüncü sekans, Beau’nun annesinin villasında; beşinci final sekansı ise göle bakan tribünlerin ortasında bir tür mahkemede geçiyor. İlkinde, çocukluk travmasına; ikincisinde Beau’nun bitmek bilmeyen suçluluk duygularına ve çıkışsızlığına tanık oluyoruz. Ari Aster, yazının başında sözünü ettiğim iğdiş edilme sürecini dördüncü sekansta anlatıyor.

Bu arada, sekansların içine serpiştirilen geçmişe dönüş sahnelerinde Beau’nun bir deniz seyahati sırasında yaşadığı çocukluk aşkına tanık olduğumuzu da unutmamak gerek. Dördüncü sekansta, Beau’nun korkusuz şekilde yaşayacağı aşkın ve cinselliğin özlemini çektiğini ve bir kadına bağlanma isteğini görebiliyoruz. Ama annesinin ergenlik çağından itibaren sadece kendisine bağımlı olma fikrini ona dayattığı belli…

Yetişkin Beau’nun varlıklı ve güçlü annesinin güvenli villasında değil, başka bir şehirde kendini tümüyle korunaksız hissettiği dairede yaşamayı tercih etmesi, atlanmaması gereken kritik bir karar. Burada annesiyle bağlılık ilişkisinden kurtulma isteğinin aslında her şeyden daha güçlü olduğunu görüyoruz. Tüm filmin, baş edemediği korkular kadar annesiyle yaşadığı ve aşamadığı bir sevgi – bağımlılık kriziyle ilgili olduğu söylenebilir. Kontrol manyağı annesinin uzaktan tüm hayatını izlediğini ve kontrol ettiğini de düşünüyor Beau…

Film boyunca suyun annenin varlığını ve yokluğunu ifade eden bir metafor olduğunu düşünmek olası... Evde suların akmadığı ve Beau’nun panik içinde ilacını içecek su aradığı sahne, annenin yokluğundaki ölüm korkusunun göstergesi sanki. Orman tiyatrosundaki sel ise annenin gücünden duyulan korkunun yansıması… İlk aşkını deniz üstündeki bir gemide yaşadığını ve geminin havuzundaki ölüyü de unutmamak gerek.

‘Korkuyorum’, Ari Aster’in ‘Ayin’ (Hereditary - 2018) filmiyle de bazı akrabalıklar taşıyor. Hatırlarsak, korku türündeki ‘Ayin’ bir ailenin mutsuzluğunun içinde kilitli kalmanın kasvetini yaşatıyor; bazı durumlarda geçmişin ve kalıtsal olanın doğaüstünden çok daha korkunç olabileceğini düşündürüyordu.

Korku – komedi türündeki ‘Korkuyorum’da karakterin bilinçdışındaki yolculuk, birçok sahnede keskin bir kara mizaha dönüşüyor. Kahkahalar atmadığınız ama yüzünüzde gülümsemelere yol açan, tavan arasındaki canlı cinsel organ gibi abartılı Freudiyen yorumlara uzanan ironik bir yaklaşımı var filmin.

Öte yandan, kendi adıma Ari Aster’in önceki filmleri kadar etkilenmediğimi ve çok sevmediğimi de herhalde söylemem gerek. Ele aldığı temaya yeni ve taze bir yaklaşım getirdiğini pek düşünmüyorum. Ayrıca 179 dakika, böylesi bir film için uzun ve iddialı bir süre. İlk üç sekansı daha çok sevdiğimi ama çözüm anahtarı gibi sunulan dördüncü sekansın bana biraz zorlama geldiğini de söyleyebilirim. Asıl önemlisi, bildiklerimizin tekrarı olan final sahnesi ve filmin çıkışsızlığa bağlanması açıkçası bende pek çalışmadı.

Tüm bunlara rağmen, Ari Aster’in daha şimdiden ‘Ayin’, ‘Ritüel’ (2019) ve ‘Korkuyorum’la hayli ilgiye değer bir filmografiye sahip olduğunu düşünüyorum. ‘Korkuyorum’un sinema tarihindeki karşılıklarını aramak; hatırlattığı yönetmenler ve filmler üzerine düşünmek keyifli olabilir. Ama Ari Aster’in kendine ait bir dünyası ve sesi olduğu kesin. ‘Korkuyorum’da önceki iki filminde olduğu gibi resimsel yanı ağı basan bir iş koyuyor ortaya. Özellikle genel planları, uzaktan yaptığı çekimleri öne çıkarıyor.

Joaquin Phoenix’in unutulması zor performanslarından birini çıkardığı ‘Korkuyorum’u özgün denemelere ve alternatif sinemaya açık olan seyircilere öneririm. Psikoanalitik okuma yapmayı sevenler de kaçırmasın. Ama herkesin öyle kolay kolay sevip bağrına basacağı bir film olmadığını söylemek zorundayım.

6.5/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar