‘Örümcek-Adam: Örümcek Evrenine Geçiş’ (Spider-Man: Across the Spider-Verse), 2018’de seyrettiğimiz ‘Örümcek-Adam: Örümcek Evreninde’ (Spider-Man: Into the Spider-Verse) filminden yaklaşık bir yıl sonra geçen olaylar üzerine kurulu…
İlk film bir büyüme hikâyesi anlatıyordu. Senaryosunu Phil Lord, Christopher Miller ve David Callaham’ın yazdığı devam filmi ise süper güçlere sahip sanat okulu öğrencisi ergen Miles Morales’in gerçekte ne kadar büyüdüğünü; zor durumlarda ve ikilemlerde ne ölçüde doğru kararlar verebildiğini sorguluyor.
İlk sahnelerde Miles Morales’in (Shameik Moore), Örümcek-Adam olduğunu bilmeyen ebeveynleriyle arasındaki anlaşmazlıklarının sürdüğünü görüyoruz. Ama film bu çatışma üzerinden ilerlemiyor. Asıl hikâye, çoklu evreni kurtarma macerası üzerinden gelişiyor.
İlk filmden tanıdığımız, farklı evrenden gelen Örümcek-Kadın Gwen Stacy (Hailee Steinfeld) ile birlikte yaşadıkları bir macera bu… Her ikisi de babalarıyla yaşadıkları ve artık içinden çıkılmaz hale gelen sorunları çözmeden, adeta kaçarak uzaklaşıyorlar kendi evleri ve evrenlerinden. Gwen çaresiz kaldığı, ne yapacağını bilemediği bir durumda katılıyor Örümcek-Adam Miguel O’Hara’nın (Oscar Isaac) takımına. Hamile Örümcek-Kadın Jessica Drew’un (Issa Rae) ısrarıyla giriyor ekibe. O’Hara, Örümcek-Evreni’ndeki düzensizlikleri yola koymaya, tehditleri ortadan kaldırmaya çalışan takımın lideri. Ekiptekilere karşı kibirli davranan, mizah duygusu olmayan, mesafeli ve hoşgörüsüz biri… İsteği dışında ekibe dahil olmaya çalışan ve kendi başına kararlar alarak hareket eden Morales’le yıldızı hiç barışmıyor.
Filmin antagonisti, gücünü ve yapabileceklerini fark ettikçe paralel evrenler arasında çok büyük bir tehdide dönüşen Spot (Jason Schwartzman) hiç kuşkusuz. Üstelik Miles Morales’le kişisel hesabı da var. Ama belirli bir noktadan sonra asıl heyecan verici gerilim ve çatışma, Miguel O’Hara ile Morales arasında çıkıyor. O’Hara dediğim dedikçi, otoriter bir karakter. Morales ise kendi doğrularından vazgeçmiyor; O’Hara’ya itaat etmiyor. O’Hara’nın ortaya koyduğu ikilemleri reddederek sezgilerini takip ediyor ama başı da beladan kurtulmuyor. Bu arada, 2 saat 20 dakika süren filmin televizyon dizilerini hatırlatan şekilde ‘heyecanlı bir yerinde’ kesildiğini belirtelim. Dolayısıyla, bırakın kahramanın iç yolculuğu sonucunda vardığı noktayı, öyküyü bile tamamlayamıyoruz.
Hikâye örgüsü açısından baktığınızda, belki hiçbir benzerlik yok ama ‘Örümcek-Adam: Örümcek Evrenine Geçiş’, tematik açıdan ‘Star Wars’ ve ‘Harry Potter’ serilerinde olduğu gibi genç karakterlerin büyüme, olgunlaşma, problem çözme ve kahraman olma serüvenleri üzerine kurulu bir üçlemenin ikinci halkası… Benzer filmlerde olduğu gibi Gwen ve Morales risk almaktan kaçınmıyor ama bir süre sonra cesaretin her zaman çözüm getirmediğini de görüyorlar.
‘Örümcek-Adam: Örümcek Evrenine Geçiş’in hikâyesini ilki kadar beğenip sevdiğimi söyleyemem. Sürenin çok büyük bölümü aksiyona ve görsel şova ayrıldığı için karakter gelişimine fazla zaman ayrılmıyor. İlk filmde aksiyonla hikâye anlatımı arasında daha sıkı bir bağ kuruluyordu. Burada ise Örümcek-Toplumu’nun yüzlerce üyesinin oluşturduğu görsel zenginlik ve hızlı tempo, hikâye anlatımının fazlasıyla önüne geçiyor. Kuşkusuz, gençlerin ebeveynleriyle arasında geçen uzun diyaloglar var ama filmin yavaşladığı bu sahnelerin dramatik çatışmaları zenginleştirdiğini, filmi derinleştirdiğini öne süremem. Sonuçta, ebeveynleriyle er ya da geç bir noktada buluşacaklarına çünkü birbirlerini çok sevdiklerine emin olduğumuz için çok fazla ilgiye değer bir malzeme çıkmıyor bu diyaloglardan.
Yüzü olmayan ve tehdit edicilikten uzak, karikatür havasındaki siyah benekli Spot (Jason Schwartzman), diğer karakterlerle çok fazla etkileşime girmeden gelişimini kendi başına sürdüren bir kötü adam… Spot, filmde çoklu evren için ifade ettiği tehditle öne çıkıyor. Dolayısıyla, Miles – O’Hara çatışmasına kadar filmin dramatik tansiyonu düşük aslında… Buna karşılık, her şeyi unutturan ve önemsizleştiren baş döndürücü bir aksiyon temposunun içindeyiz. Hareketli kamera fikri ve hızlı kurgu mantığıyla birleşen, her saniyenin hakkını veren, kadrajda inanılmaz şeylerin olup bittiği çılgın bir resimli roman grafiği var karşımızda. Daniel Pemberton’ın rock ağırlıklı müziğini de eklediğimizde, genç kuşak seyircilerin çoğunluğunun bayılacağı acayip bir görsel deneyimin içinde buluyoruz kendimizi.
İlk film, animasyonun sınırsız görsel imkânları, resimli roman estetiği ve çağdaş aksiyon sinemasının müstesna bir füzyonuydu. İkinci film aynı görsel konsepti daha ileriye götürüyor. İlk filmde olduğu gibi burada da farklı görsel stilleri yan yana getiren bir yaklaşım benimseniyor. Ziyaret ettiğimiz her evren, farklı sanatçıların elinden çıkmış gibi duruyor ve değişik resimli roman stilleri, film boyunca birbirini izliyor. Filmi seyrederken bu stillerin birbirlerinden ayrıştırmak kolay. Mesela Gwen’in evreninde realizmden epey uzak suluboya renkleri andıran izlenimci bir yaklaşım gözlüyoruz. Karakterlerin ‘Mumbattan’ dediği şehir, Mumbai ve Manhattan’ın tuhaf bir mimari bileşimini sunuyor. Arada legolardan oluşan bir evren bile var. Bazı evrenlerde fütüristik mekânlar ve dizaynlar görüyoruz. Farklı evrenlerden gelen Örümcek mutasyonu geçirmiş erkek, kadın ve hayvanların farklı üsluplarla çizildiğini hesap ettiğimizde, tüm filmin müthiş bir detay zenginliğine sahip olduğunu söyleyebiliriz. Sözgelimi, Örümcek-Punk olarak da bilinen, Daniel Kaluuya’nın seslendirdiği Hobie Brown bambaşka bir çizgi evreninden filme dahil olan bir karakter… Onun sahnelerinde punk gruplarının albüm kapaklarından izler görüyoruz.
O’Hara ile Miles Morales arasında denge unsuru olan olgun Örümcek-Adam Peter B. Parker’ın (Jake Johnson) şirin bebeği Mayday ile birlikte filme hoş bir hava getirdiğini eklemek isterim. Mayday ve babası, çocuk animasyonlarından çıkıp gelmiş gibi duruyorlar. Bu arada, film boyunca karşımıza çıkan hayvan karakterlerin de filmi daha eğlenceli hale getirdiklerini söyleyelim.
Filmi grafik anlamda daha iyi incelemek, karakterlerin, evrenlerin ve detayların tadını çıkarmak isteyenlerin çevrimiçi gösterimi beklemeleri gerekiyor. Açıkçası öyle bir tempo var ki her şey gözünüzün önünden hızla akıp gidiyor.
Farklı evrenlerde geçen Örümcek-Adam filmlerini, resimli romanlarını takip eden okurlara ve hayranlara hitap eden; ancak onların görebileceği, keyfini çıkarabileceği birçok detay var. Hikâyenin bölüm başlıkları da resimli roman kapaklarıyla geliyor. İkinci filmde nöbeti devralan ve ilk uzun metraj konulu işlerine imza atan yönetmen triosu, Joaquim Dos Santos, Kemp Powers ve Justin K. Thompson, tüm filmin görsel dokusunu resimli roman fikri etrafında örüyor. Bu yüzden ilk filmde olduğu gibi bazen kâğıdın dokusunu, mürekkebi, boyayı ve hatta ‘ofset baskı’ duygusunu görmek olası.
Beş yıl önce seyrettiğimiz ilk film, yurt dışında gördüğü ilgi ve sevgiyi Türkiye’de yakalayamadı. Bunun nedenlerinden biri, Örümcek-Adam resimli romanlarının Türkiye’de çok geniş bir hayran kitlesine sahip olmamasıydı belki… Ama asıl önemli neden, bütün animasyonlar gibi sadece aile filmi olarak algılanmasının, hedef kitlesiyle buluşmasını engellemesiydi bence. Oysa ‘Örümcek-Adam: Örümcek Evrenine Geçiş’, sadece gençlere değil, yetişkinlere de hitap eden etkileyici bir aksiyon filmi. Özellikle de hızlı kurgu sinemasıyla büyüyen MTV kuşağına…
Ayrıca ‘animasyon formatındaki süper kahraman filmleri’ açısından baktığımızda estetik olarak çıtayı hayli üste koyuyor ve son dönemde sayıları artan çoklu evren öykülerine ilgiye değer bir görsel yaklaşım getiriyor.
6.5/10