Habertürk
Yerel Haber Hattı 0536 266 79 69
KONUŞMAYI BAŞLAT
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

Mucize paspasların mucidi Joy Mangano’nun hayatını anlatan, yılın iddialı filmlerinden ‘Joy’un gizli kahramanı Edgar Ramirez HT Pazar’a konuştu. Hikâyeyi ve Jennifer Lawrence’ı öve öve bitiremedi!

Gizem Sevinç SELVİ /  HABERTÜRK PAZAR

Çok keskin, çok Latin, çok seksi! 2010’da çektiği mini dizi Carlos’tan sonra iyiden iyiye gören her kadının içini gıcıklamaya devam etti. Ve bu hafta vizyona giren “Joy”la, yavaş yavaş bir tür fenomene dönüşen dörtlü Robert de Niro, Bradley Cooper, Jennifer Lawrence ve yönetmen David O. Russell’ın arasına sızmayı başardı. Edgar Ramirez (38), “Joy”u ve hayatını anlattı.

■ Müthiş bir film olmuş Joy. Tony rolünü nasıl kaptınız?

Ah, sanırım biraz şanslı ve ayrıcalıklıydım. O sırada başka bir film çekiyorduk, “Point Break”i duymuşsunuzdur. Sondan bir önceki gün David (O. Russell) arayıp Los Angeles’ta buluşmak istediğini söyledi. O sırada İtalya’da, Mont Blanc’ın tepesindeydim! Sonra sakince aşağı inip Paris üzerinden Los Angeles’a uçtum ve masaya oturduğum gibi çalışmaya başladık.

■ Hikâye sizi heyecanlandırdı mı?

Film hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama doğrusunu isterseniz rol ne olursa olsun, alırdım! Ofise gittiğimde Robert De Niro’yla bodrum katında çektiğimiz sahneye çalışmaya başladık, müthişti! O gün “Hayatımın en yaratıcı deneyimini bu adamla yaşayacağım galiba!” dedim. Sonra aniden Jennifer girdi içeri, tanıştık ve inanılmaz bir dinamik oluştu. ■ David bu rol için özellikle sizi istemiş... Evet, öyle oldu. Aslında Tony karakteri İtalyan olarak kurgulanmıştı ama David aslen Veneziüellalı olmamdan faydalanmak istedi, böylece daha gerçekçi olabilirdik. Senaryoyu o yönde değiştirdik. Çünkü filmde 2 ayrı dünyanın nasıl bir araya geldiğini izliyoruz çünkü Joy ve Tony’nin aileleri birbirlerinden farklı. Tony sevgi dolu, Latin bir aileden geliyor, Joy ise karman çorman bir düzenden...

■ Bu arada ilk kez böyle bir karakterde izliyoruz sizi...

Tony’nin benim için fresh bir tarafı vardı, hatta oynadığım en cesur karakter olabilir. Düşünsenize, bir adam artık birlikte olmamalarına rağmen hiçbir beklentisi olmadan çocuklarının annesi için çaba sarf ediyor, sonuna kadar arkasında duruyor ve en önemlisi, sevdiği kadının gücünü kutlamayı biliyor. Yaşadığımız dünyaya bakınca bir tür başkaldırı bu, cesaret gerektiriyor.

■ Bunu önemsiyor gibisiniz.

İçinde bulunduğumuz zamanda çok önemli. Tüm bu cinsiyet eşitliği tartışmalarının içinde gerçek bir zeitgeist hatta. Dünya, kadınlar için hâlâ çetin bir yer.

■ Jennifer Lawrence’la çalışmak nasıldı?

Jennifer çok tatlı, cömert, şefkatli ve eğlenceli! Aynı zamanda müthiş derin bir anlayış içinde insana dair en yoğun ve karanlık duygularda gezinebiliyor. Bu müthiş bir şey, bir tür bilgelik. Öyle bir aurası var ki, onu gördüğünüzde yüzünüz gülüyor. Duygusal zekâsının yüksek oluşu da karakteri üzerine giymesine yardım ediyor.

■ Filmden önce şarkı söyleme tecrübeniz var mıydı?

Hiçbir zaman şarkıcı olmak gibi bir planım olmadı. Çocukken koro deneyimlerim olmuştu ama! Bir de duşta bağıra çağıra şarkı söylerim!

‘Joy’; David O. Russell, Jennifer Lawrence, Bradley Cooper ve Robert De Niro’nun birlikte çalıştığı 3. film.

■ Özel ders falan aldınız mı peki?

Tabii, New York’ta 2 aydan fazla bir şarkıcı gibi yaşadım. Bir koçla çalıştım hatta; kulüplere gidip Tony’ye benzeyen şarkıcıları izledim, hatta bazı yerlerde mikrofonu kapıp şarkı söyledim!

■ Peki ya Robert De Niro efsanesiyle çalışmak?

Dünyanın en sevgi dolu ve cömert adamı Robert. Karşısında kolayca ezilmek mümkün, yaşayan bir efsaneden söz ediyoruz ama biliyor musunuz, bu onu tatmin etmiyor. Daima yeni, ilham verici bir şeyler yapabilmenin peşinde. Öte yandan el sıkıştığınız anda ne kadar içten ve sıcak olduğunu görüyorsunuz.

■ Ya David O. Russell’ın yönetmenliği?

Sadece David hakkında ayrı bir röportaj yapabiliriz! David’in yüksek bir gerçeklik algısı var, müthiş hassas aynı zamanda. Hiçbirimizin fark edemediği nüansları hissedebiliyor. Filtresiz hissediyor, ortaya eşsiz bir iş çıkmasının nedeni bu bence. Yaratıcılığı ateşleyen bir adam, içinizden sizin bile farkında olmadığınız duyguları çıkarabiliyor.

■ Joy, büyük hayaller ve onların peşinden koşmanın hikâyesi. Sizin çocukluk hayalleriniz nelerdi?

Ah, dürüst olmalı mıyım? Deliler gibi seyahat etmek ve farklı kültürlerden insanlarla tanışmak istiyordum. Aslında bakıyorum da, yaşadığım hayat buna yakın. Aktörüm ve bu sayede seyahat ettiğim için çok şanslıyım. Gerçi babam diplomat olduğu için çocukluğum da seyahatle geçti. Beni yetiştirme biçimleri için minnettarım.

■ Aktör olmaya ne zaman karar verdiniz?

Aslında tıpkı babam gibi diplomat olmayı planlıyordum; kendimi sosyolojiye adamış, siyasal gazetecilik okumuştum. Medyada çalışmış, oyunculuk okullarının yanından geçmemiştim. 3 yıl sonra, 25 yaşımdayken birden bire aktör olmak istediğimi fark ettim ve bundan hiç şikâyetçi değilim!

■ Geçmişte de müthiş yönetmenlerle çalıştınız. Sizi en çok kim etkiledi?

Çok güçlü isimler var, Kathryn Bigelow, Olivier Assayas, “Amerika’daki babam” dediğim Tony Scott... Canım Tony! Şu anda da “The Girl on the Train” için Tate Taylor’la çalışıyoruz.

■ Geçmişte de müthiş yönetmenlerle çalıştınız. Sizi en çok kim etkiledi?

“Anlık tatmin” diyebilirim çünkü her şey çok değişken. Benim için mutluluk entelektüel bir şey. İtiraf edeyim, mutluluk meselesinin biraz abartıldığını düşünüyorum. Zaten film de tatmin ve umut üzerine kurulu.

■ Sizi ne keyiflendirir peki?

Sevdiğim insanlarla paylaşmak elbette. Ve şükretmek çok önemli, sahip olduğun herkes ve her şey için şükretmek.