Şiddetin dili Türkçe ve Kobani
KOBANİ’de yaşananlar ve bunların Türkiye’ye yansıma biçimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin fazla yaşama şansının olmadığını acı bir şekilde gösteren tüm yapısal hastalıklarımızı ortaya çıkarmıştır. İdeolojik tavırlardaki sertleşme yanında benim için en sürpriz olan gelişme, Türkçe’nin gittikçe artan biçimde şiddetin, kavganın resmi dili haline gelmesidir.
İster dinselleşmiş kesim, ister seküler, isterse de Kürtler olsun, ideolojilerini ifade etmeye başladıkları zaman artık şiddetin ve kavganın dilini kullanmaya başladılar.
Dilini şiddete kaybeden toplumların barışı bulmasına imkân yoktur. Şiddetin dili yerine barışın dilini koyamadığımız takdirde, bu Cumhuriyet’in geleceğini kurtarma şansımız olabilecekken şimdi ne yazık ki her birimiz ne zaman ağzımızı açsak elbirliğiyle Cumhuriyet’imizi öldürmeye başladık.
Siyasetin biçimi ve kullanılan gündelik dil arasındaki bağlantılar üzerine uğraşmış olan George Orwell, eğer bilinçli konuşmaya başlamazsak dilin bir süre sonra sadece “savunulması imkânsız olanı savunma aracı” haline dönüşebileceğini göstermiştir.
Bugün ne yazık ki Türkiye’de iktidarı, muhalefeti, dindarı ve seküleriyle kullandığı gündelik dille aslında savunulması imkânsız olanı savunur hale gelmiştir
Türkiye’deki dinselleşme süreci, kullandığı dil nedeniyle IŞİD’leşme sinyalleri vermektedir. Türkiye dindarlığındaki bu IŞİD’leşme eğilimi, 21’inci yüzyılda global dünyanın yaşadığı en büyük şoktur. Dindarları yönlendirme gücü olabileceği düşünülen iktidarın da bu IŞİD’leşme süreci üzerindeki kontrolü hızla kaybettiği görülmektedir. Çünkü iktidar da şiddetin ve çatışmanın diline alternatif olabilecek yeni bir dil geliştiremiyor ve bu yüzden IŞİD’leşme süreci onu da sürüklemeye başladı.
Kobani olayı, Türkiye dindarlığındaki IŞİD’leşme sürecinin ne düzeyde olduğunu ve bunun yarattığı iç ve dış tahribatın boyutlarını gözler önüne sermiştir. Burada IŞİD’leşme sürecinden bahsederken sadece bir terör örgütünün faaliyetlerinden ve Türkiye’de kendisine temel bulmasından bahsetmiyorum.
Durum sadece bundan ibaret olsaydı bununla mücadele yöntemleri bulunabilirdi, ama burada sıradan dindarların, kullandıkları gündelik dilde IŞİD’leşme eğilimleri göstermesinden ve bunun sıradan insanların hayatında yaygınlaşmasından bahsediyorum. Bu yaygınlaşma eğilimi ise “kamuoyu” denilen şeyi de belirliyor ve bu yeni kamuoyu da yeni Türkiye’nin hâkim niteliklerini belirlemeye başlıyor.
Bu kesimin kullanmaya başladığı dil, tavizsiz ve uzlaşmalara uzak bir dildir, çatışmacıdır. Kobani’de IŞİD örgütüne direnen Kürt hareketinin, Türkiye’deki Kürtlere yansıması da aynı şekilde tepkili, şiddete yatkın ve uzlaşmadan uzak bir dille olmuştur.
Bütün bu karmaşa ve uzlaşmaz çelişkiler arasında ne yapacağını bilemez halde bulunan seküler kesim ise bir yandan Cumhuriyet’in çökmekte olmasından dolayı paniklemiş ve tepki vermek zorunda kaldığında kendisi de tepkisel, şiddete açık ve uzlaşmasız bir dil kullanmaya başlamıştır.
Anlayacağınız, hepimizin ortak anlaşma aracımız olan dilimiz, artık uzlaşmayı tamamen gündemden çıkaran durumdadır. Bu dil, Cumhuriyet’i kaçınılmaz biçimde çatışma ve şiddet sarmalına doğru sürüklemektedir.
Bu şiddet ve çatışma dili bazen topluma öyle bir hâkim olur ki, insanlar artık var olan uzlaşma imkânlarını bile görememeye başlarlar. Çünkü kullandığımız dil, bizler için objektif gerçekliğin potansiyelleri yerine şiddetin diliyle oluşturulan farklı gerçeklerin var olduğunu ve bunun dışında hiçbir şeyin imkânı olmadığını düşündürmeye başlar.
ALAIN BADIOU, bu durumun yarattığı tehlikeleri görmüş ve özellikle Türkiye’deki tehlikeye işaret ederek Gezi sürecinin yaratmaya çalıştığı yeni gündelik dil arayışlarının önemine dikkat çekmiştir.
LACAN, HEIDEGGER gibi dev düşünürler de gündelik dilin bu uzlaşmayı dışlayabilecek yönüyle uğraşmışlar ve anlaşılması hayli zor olan teorik yaklaşımlar da oluşturmuşlardır. ZİZEK ve tamamen farklı bir ekol oluşturan NOAM CHOMSKY, bir barış dilinin nasıl yaratılması ve bunun koşulları üzerine derin söylemler geliştirmişlerdir.
Şiddetin diline teslim olan bir toplumun ayakta kalması mümkün değildir. Çözümler üzerine anlaşamasalar da bu yazıda adı geçen tüm bu düşünürler işte bu konuda anlaşırlar.
Türkiye bu gerçeği görüp uzlaşmayı reddeden ve şiddete açık dil kullanmayı gündelik yaşamının içine yediren insanlardan dilimizi kurtarmalı ve yeni bir uzlaşma, yeni bir toplumsal mutabakat yolunu açmaya girişmelidir.
Bugün olan biteni tekrar Gezi olaylarına bağlamaya çalışan şiddet dili ortaya çıkmış olsa da Gezi süreci aslında yeni bir uzlaşma diline ihtiyaç duyan gençlerin ve orta sınıfın bir haykırışıydı. Ateistiyle, Müslüman’ıyla, her dinden insanıyla hep birlikte dans edilip şarkı söylenen, aynı yemek masasını paylaşan Gezi ruhu, bu yeni dil arayışının bir tür zirve noktasıydı.
Gezi olayına özel önem vererek analiz eden hem BADIOU hem de ZİZEK, bu gerçeği görmüşlerdi. Keşke biz de bunu görmeye başlasak ve kendi gençlerimizin, gerçek orta sınıfımızın arzu ettiği barış dilini oluşturmaya elbirliğiyle başlayabilsek. O zaman belki ölüm sürecine girmiş bulunan laik Cumhuriyet’imizi bu şekilde kurtarma şansımız olabilir.
- Seçim sonucu neden böyle oldu?1 yıl önce
- Kitabın ortasından konuşuyorum ve diğer lüzumsuz seçim notları1 yıl önce
- Alevi tartışması1 yıl önce
- Dün bu yazıyı yazarken...1 yıl önce
- Mea Culpa1 yıl önce
- Post-modern seçimin yankıları1 yıl önce
- 'Cool'un büyük kaybı1 yıl önce
- Z Kuşağına güvenilerek siyaset yapılır mı?1 yıl önce
- Muhalif yazarları bekleyen büyük kriz1 yıl önce
- Cumhuriyet Müzesi halk yüzünden kapanabilir1 yıl önce