Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        New York’ta bir restorana George Clooney ile eşi Emel’in alınmadığı haberi magazinin gündemine bomba gibi düşünce olayın aslının ne olduğuna bir baktım.

        Carbone adlı restoran, şehrin yeni gözde İtalyan restoranı.

        Clooney ile eşinin yardımcıları, bu restorandan yer ayırmaya çalışmışlar ve adlarını söylemelerine rağmen talepleri reddedilmiş, “Başka akşam gelsinler” denilmiş.

        Gerçi New York’ta restoranların kendi reklamlarını yapmak ve popülaritelerini yükseltmek için sıkça başvurdukları bir yöntem bu ama bu defa gerçekten de yer kalmamış olabilir.

        Çünkü Carbone, gerçekten çok popüler ve yemekleri, iç dekoru ve servisiyle çok tutuluyor.

        Carbone’yi duyunca bu restoran hakkında çok önce Oray Eğin’in yazmış olduğu yazı aklıma geldi.

        Yazıyı aynen aktarıyorum:

        “İtalya’dan göçen aileler ve de tabii ki mafya sayesinde Amerikalıların marinara ya da kırmızı sos dediği domates sosu bu ülke kültürünün vazgeçilmezi oldu. Doğu Harlem’de mafyanın gittiği ve masa bulmanın imkânsız olduğu (çünkü bütün masalar yıllardır ağır abilere ayrılmış) Rao’s, kırmızı sosun mabedidir herhalde.

        Kızgın zeytinyağında sarmısaklar kavruluyor, tadını bırakınca çıkarılıyor, domates, tuz, biber ve fesleğen tam kıvamına gelecek şekilde kaynatılıyor... Sonra bu kırmızı sosu her şeyin üzerine döküyorsunuz. Amerikalıların çoğu için İtalyan mutfağı bu.

        Ta ki 90’larda New York restoranları mutfaklarını başka kültüre olduğu gibi İtalyan mutfağının başka lezzetlerine de açana kadar. Yemeiçme kültürü bir tür kısırdöngü herhalde.

        Bugünlerde kırmızı sosun itibarı adeta iade ediliyor, zira şehrin en popüler lokantası Carbone bunu misyon edinmiş durumda. Mönüdeki her şey Amerikalıların uyarladığı İtalyan yemekleri. Atmosfer de tıpkı Scorsese’nin New York’taki İtalyan mafyasını anlattığı filmlerdeki gibi. Eski moda, aydınlık, iç içe, kalabalık. Kapıda patlıcan moru bir smokin giyen maitre d’ karşılıyor.

        Rezervasyon yapmak çok zor... Akşam yemeğinde masa bulamayanlar öğlen servisiyle idare etmek zorunda.

        Nasıl oldu bilmiyorum, ama biz bir mucize eseri gidebildik. Hem de 6 kişilik en güzel masalardan birini ayırttım. Yanımızdaki masada Clive Owen oturuyordu.

        Masaya önce parmesan ve prosciutto, dev bir ekmek sepetiyle geldi. Ardından vodkalı penne, domates sosu içinde yüzen köfte, restoranın spesiyalitesi Sezar salatası, büyük bir balık... Pastalar dev. En iddialı tatlı havuçlu kek; sıradan gibi geliyor ama böyle bir havuçlu kek daha önce yememiştim.

        Carbone’yi aslında benim değil Serdar Turgut’un anlatması gerekiyor. Hem eski New York’u, hem kırmızı sosu biliyor hem de İtalyan mafyasını... Dahası, Rao’s’u da ilk yazan oydu Türk basınında. Beni bu tarz eski tip İtalyan lokantalarından Il Mulino’ya da ilk kez o götürmüştü.” (Sözcü Gazetesi)

        Bu yazı benim açımdan önemli; çünkü Oray’ın hakkımda iyi bir şeyler söylediği ilk ve tek yazıydı bu.

        Doğrusunu isterseniz söylediği şeyleri iyi bilirim, hele kımızı sosta Ragu’ya bayılırım.

        Et bazlı yapılan bu kırmızı sosun Sicilya yöntemiyle yapılanı favorimdir.

        Rao’s’a da “insatiable critic” olarak bilinen Gael Greene, “Yardımcı olurum” demesine rağmen gidememişim.

        Corbone’ye de gitmedim ve gitme ihtimalim de yok; çünkü hesaplı yaşamak zorundayım.

        Lüks yeme kültürü konusunda geçmişin anılarıyla yetiniyorum artık.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar