Ahlak ve mutluluk
KADINA yönelik şiddetin neredeyse bir soykırımına dönüştüğü bu toplumda yaşamaya çalışırken “ahlak” gibi bir kavram üzerine düşünmek hayli zor oluyor.
Ancak dindarlığın her alanda yükseldiği ve kendilerine dindar diyen insanların laik kültürden gelen insanları otomatikman ahlaksız olarak görme eğiliminde olduklarından dolayı bunu her koşul altında yapmalıyız. Çünkü bir diyaloğun açılmasına bariz şekilde ihtiyaç var. Böyle yapmalıyız ki biraz düşünme yolları açılsın, biraz mantıki olan birtakım konsensüslere varabilelim.
Üstelik bunu yapmamız acilleşti; çünkü içinde yaşadığımız bu toplum hızla muhafazakârlaşırken aynı anda ahlaksızlaşmaya da başlamak gibi bir durum yaşıyor.
Bu yüzden hem muhafazakâr arkadaşlar hem de bizler, kendi yaşamlarımız üzerine düşünmek ve bu yaşamlarımızın teorisini yapmak zorundayız.
“Ahlak” üzerine düşünmeden önce “insan” kavramı üzerine soyut ve felsefi düşünmeliyiz. Ağır söylemlere, bilgimin tam yetmeyeceği felsefi ekollere girmeden hemen sonucumu söyleyeyim.
İnsan hangi toplumda yaşarsa yaşasın onun mutluluğu bulabilmesi için hayatın bazı alanlarında “dekadans” ı yaşamaya imkân tanınması gerekiyor.
Tanımı açmak açısından hemen somutlaştırmak gerek. Bugün hayatın bazı alanlarında özel yaşamlarında insanların dekadans yaşamasına imkân veren toplumlarda bizde olduğu gibi neredeyse salgın haline gelen kadına karşı seksüel şiddetin hiç olmadığını görebilirsiniz.
Buna en net örnek olarak, her türlü fantezinin, bireysel cinsel tercihlerin açıkça yaşanabilmesine imkân yaratan ve toplumun bazı alanlarında bunun kontrollü olarak dışarıya atılmasına izin veren Japonya’yı gösterebilirim.
Hayatını ahlaki söylemlerle geçiren ve kendi ahlakını başkalarına da empoze etmeye çalışan insanların, Japonya’ya baktıklarında hemen ahlaksızlık damgası vuracaklarına eminim. Ama o toplumda gerçek ahlaksızlık olan, hatta suç olan eylemlerin hiç olmadığı, neredeyse sıfırlanmış olduğu görülecektir. Bu eğilim, bazı supapları açan her toplumda aynen görülür.
Oysa Türkiye gibi toplumun hiçbir alanında dekadansı bırakmayan, bunu soyut bir ahlak tanımı uğruna öldüren toplumlarda tatmin edilmemiş, baskı altında tutulan duygular, bir anda cinsel suç halinde patlamalara yol açar.
Hele bizim gibi tutuculuğun zaten norm olduğu toplumlarda, bu ortamın üstüne bir de dinsel ağırlığı çökertirseniz toplum patlama noktasına gelir ki Türkiye’nin verdiği görünüm budur.
Nietzsche, hayatının her alanından dekadansı çıkaran toplumların çayırda otlayan ineklere benzemeye başladığını, onlar gibi etrafa mel mel bakarken sakin görünüm altında içlerinde fırtınalar yaşayacaklarını belirtir ve onların artık ne mutlu olabileceklerini, ne de yaratıcı bir yaşam sürdürebileceklerini öne sürer.
Hayatının hiçbir alanında belirli düzeyde dekadansa izin vermeyen toplumların ne zevklerini rafineleştirmesi ve mutlu olabilmesi, ne de patlamalar halinde gelen cinsel şiddetten kurtulabilmesi mümkündür.
Geleneklerin, tutuculuğun baskısı altında zaten mutsuz halde olan Türkiye’nin, bir de dinsel ahlakın mutlakçılığı bindirilince geldiği nokta malum.
Kendi kısırdöngüleri içinde çırpınan insanların, ağızlarını her açtıklarında laik ahlaka karşı çıkmaları yerine laik ahlakla kurulabilecek sentezler üzerine düşünmelerinde yarar var.
Çünkü her insanın, ister dindar olsun ister olmasın, kendi hayatında biraz dekadansa ihtiyacı var, bu olmadığı takdirde normalleşmek de mümkün değil.
Bu bağlantıyı görmezsek, Google data analizlerinin gösterdiği gibi cinsel fantezi arayacağım derken en fazla tecavüz sahneleri arayan veya iyice hasta hale gelerek çocuk yaşındakilerle seks arayan bir topluma dönüşürüz.