Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ERTUĞRUL Özkök’ün sonunda tamamen delirdiğini anlattığım yazıda, karım Rana’nın Afrika’da Masai kabile şefiyle kavga ettiğini de aktarmıştım. Hiç kimse yazının Özkök’le ilgili bölümüne itiraz etmedi; galiba onun delirdiği yolunda toplumda yaygın bir konsensüs olmalı. Ama karımla ilgili bölüme itirazlar geldi. Kimsenin, barbar olmadığı takdirde Afrika’da bir kabile şefiyle kavga etmeye cesaret edemeyeceğini, bu yüzden benim mizah yapmak için yalan yazdığımı söyleyenler oldu.

        Bunun üzerine ben de bugün olan biteni aynen anlatmaya karar verdim. Okuyun ve siz karar verin karımın bir barbar olup olmadığına.

        Ertuğrul Özkök yayın yönetmeniyken, reklam verenlerle birlikte bir Kenya gezisine gitmiştik. Harika bir organizasyondu. Bir defasında balonla uçtuk, sabah vakti indiğimiz yerde kahvaltı edecektik. Balon inerken öleceğimize karar verdiğimden çığlık çığlığa bağırdım, beni zor sakinleştirdiler. Gerçi indikten sonra da bağırıyordum; çünkü yerde de öleceğimizi düşünüyordum.

        Yerde durum pek hoş değildi; çünkü etrafta filler ve aslanlar vardı ve ben bunları pek yakınımda görmeye alışık değilim.

        “Biz kahvaltı edecektik ama ya onlar kahvaltı yerine bizi yerse?” diye düşünüyordum. Kılavuzlarımız onların o saatte tok olduklarını, tok hayvanın insana saldırmayacağını söylüyordu. Ben de “Ama onlardan biri fazla iştahlıysa ne olacak?” diye korkuyordum. “Ya sabah doyduğunu sanıp yine acıkmışsa?” diye hep düşünüyordum.

        Tam kahvaltıya oturmaya hazırlanırken birden etrafta tuhaf adamlar belirmeye başladı. Kırmızı kıyafetli bu adamlar aniden ortaya çıkıp yere çömeliyordu. Hepsi de yüzer metre uzaktan bize bakıyordu. Kılavuzumuz, “Kahvaltıdan önce sakın ha yakınlarına gitmeyin” dedi. Ben bunu, “Acaba bizi yemeye kalktıklarında illa da besili mi olmamız gerekiyor?” diye yorumladım.

        Eğer kahvaltı öncesinde gidersek elimize virüs bulaşabilir ve kahvaltıda bunu herkese bulaştırabilirmişiz. “Niye buradalar?” diye sordum, “Mal satacaklar ondan” dediler.

        Rana’ya söylenmeyecek tek şey alışveriştir. Bunu duyunca kafası döner, beyni alışveriş kavramından başka bir şey duymaz. Onun alışveriş vukuatlarını başka bir zamanda anlatacağım.

        O gün bu sözü duyar duymaz, sanki hiçbir şey söylenmemiş gibi kalktı, yerlilere doğru yürümeye başladı. Aralarından birinin kıyafeti farklıydı, o mutlaka kabile şefiydi. Ona yöneldi.

        Ben bir aslanın onu yarı yolda yemesini beklerken bu da maalesef olmadı. Kabile şefinin yanına ulaştı. Bundan sonra yaşananları ise yarı hayal gibi, kötü bir rüya görmüşüm gibi hatırlıyorum. Şef ayağa kalktı, Rana onunla el sıkıştı ve alışveriş başladı. Onlar bir fiyat söylüyorlar, Rana da otomatikman itiraz ediyordu.

        Bence şef, bir aşamada hayattaki her şeyden bıkacak ve bir el işaretiyle bizim grubu ateşte kızartacaktı. Ortalığı toz duman eden bir tartışma çıkmıştı Rana ile kabile şefi arasında.

        Grubumuzun geri kalanı terörize olmuştu, aralarında en sakini bendim; çünkü bu tür tartışmalara alışıktım. Bunlar daha önce Paris’te, Londra’da, New York’ta da olmuş; orada da bazı satıcılar, kabile şefi gibi sinir krizi geçirmişlerdi. Aynı şeyin Kenya’da da olmaması için mantıki hiçbir neden yoktu.

        Sonra kabile şefi aniden elini havaya kaldırdı ve etrafta yüzlerce kırmızı kıyafetli savaşçı belirdi. “Hah tamam, şimdi bize saldırı başlayacak” derken, onlarcası ellerinde mallarla şefe doğru yürümeye başladı.

        Anladığım kadarıyla Rana, kabilenin elindeki tüm malları satın almıştı. Panik atakları yaşamaya başladım. Daha önce de New York’ta bir mağazada Rana’nın alışverişinden sonra mal kalmamış, stoklar boşalmış, mağaza da geçici kapanmıştı.

        Ben, “Bu malların parası nasıl ödenecek?” diye düşünürken ileride bir tartışma daha başladı. Anladığım kadarıyla Rana, ödemeyi kredi kartıyla yapmak istediğini söylüyordu. Bence o ortamda kredi kartı kullanılması imkânsızdı.

        Ama tüm gezi boyunca beni şaşırtan tek şey de o anda oldu. Kabile üyelerinden biri, şefin yanına koşarak bir pos makinesi verdi. Sonra da şefin, aslında Cambridge’ten mezun olmuş bir felsefe doktoru olduğunu da öğrendim.

        Ardından kampımıza döndük ve ben Türkiye’ye elimde bir mızrak, bir balta ve birkaç heykel taşıyarak dönmek zorunda kaldım. Bütün bunlar için de gümrük ödedik gayet tabii ki. Şimdi tekrar soruyorum, acaba benim karım bir barbar mı?

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar