Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Genç oyuncu Selin Tekman’a ‘oyunculuk ve performans’ içerikli sorular sorduk. Zira ülkemizde oyuncu olmak, oyuncu olarak kendini göstermek ve kabul ettirmek yani özellikle ‘genç oyuncu’ olmak iyice zordur. Kendisi gençliğe yakışan bol ışıklı, heyecanlı, ümitli ve dopdolu cevaplar verdi. Buyurunuz…

Oyuncu eylem sırasında kendini göstermeye kalkarsa ayıp olur mu yoksa hak mıdır?

Şimdi bu o kadar bıçak sırtı bir soru ki, şöyle cevaplamaya çalışayım; öncelikle ben bir seyirci olarak bile sahne üstünde kendini göstermeye çalışan bir oyuncu gördüğümde rahatsız oluyorum. Daha doğrusu kendini göstermeyi amaç edinmiş, bu amaç doğrultusunda da teksti, tiyatroyu, sahne üstünde olmayı araç olarak seçmiş bir tutum rahatsız eder beni. Çünkü bir oyuncu olarak benim öncelediğim şey, anlatılmak istenilen hikayeyi seyirciye aktarabilmek. Oyuncular, tekst ile seyirci arasındaki iletimi sağlayan canlı enstrümanlardır. Tıpkı müziğin, nota halinden çıkıp dinleyicisine ulaşırken enstrümanlara ihtiyaç duyması gibi. Ve bunu gerçekleştirirken oynadığım karakterin hikayenin neresinde durduğuna, neye hizmet ettiğine, ne kadar bir alanı kapladığına bakarım. Ne daha fazlası, ne de daha azı. İşte bu noktada durum, bıçak sırtı bir hal alır. Oyuncu kendini gizlerse, karakterin hikaye içinde işgal ettiği alanı dolduramaz, anlatılmak istenen eksik kalır ve fikir doğru bir şekilde geçmemiş olur. Ancak oyuncu kendini göstermeye kalkarsa bu sefer de oynadığı karakterin hikaye içinde işgal ettiği alanın dışını taciz etmiş olur ki bu sefer de dengeler değişir ve fikir yine doğru bir şekilde geçmemiş olur, sapmalar yaşanır. Bir oyun kurmaya başlamadan önce, öncelikle bir tekst seçilir ve bu teksti seçerken, tekste anlatılan hikayenin söylemek istediği fikirdir önemli olan, yazarı bu hikayeyi yazmaya iten ve bizi de o teksti seçmeye iten fikir. Sonrasındaysa o fikri nasıl en doğru, en dürüst şekilde, yazara, hikayeye ihanet etmeden aktarabilirizin yollarına bakılır. Tabii burada yönetmenin o fikri ne şekilde ifade etmek istediği, seçtiği hikaye ile ne anlatmak istediği çok önemlidir. Oyuncular ise oynadıkları karakterlerle, yönetmenin, yazarın anlatmak istediği hikayedeki yerlerini alırlar, buna hizmet ederler. Kurulmak istenen bu büyülü oyun alanında, ışık, kostüm, dekor, müzik, hikaye, karakterler bir bütündür ve hepsinin ayrı ayrı kendine ait alanları vardır. Ne kadarsa o kadar. Böyle düşünüyor, buna inanıyor ve bunu başarmaya çalışıyorum naçizane.

Genç oyuncuların işi daha mı zor yoksa şimdi ki gençler çok mu şanslı?

Bu çok göreceli bir durum çünkü her dönemin kendi içinde belli zorlukları vardır. Ve her dönemi kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Eski dönemlerde konservatuvar mezunu oyuncular, mezun olur olmaz devlet tiyatroları, şehir tiyatroları gibi bu ülkenin bel kemiğini oluşturan kurumlara bir dönem direk olarak sınavsız, bir dönem de sınava tabii tutularak girebiliyordu. Buradaki şans bence, biriktirdiklerini eyleme dönüştürebilecekleri, paylaşabilecekleri, çoğaltabilecekleri, aktarabilecekleri bir alan bulabilmiş olmalarıdır. Üstelik devlet ve şehir tiyatroları gibi kurumlardaki işleyiş itibariyle haftada yalnızca bir gün hariç her gün oynayabilmek, hatta senede birden fazla oyunda yer alabilmek oynamayı seven, mesleğine tutkulu her oyuncu için bulunmaz nimet. Üstelik bunu Türkiye'nin dört bir yanında, bölgelerde de yapabilmek ayrıca değerli. Şimdi ise maalesef böyle bir şansı yakalayabilmemiz için sınav dahi açılamıyor, İstanbul, Ankara gibi şehirlerden bahsetmiyorum bile, bölgelerde görev alıp oynamak isteyen genç oyuncular için bile bir sınav imkanı olmuyor. Ancak eski dönemlerde oyuncuların elde edebildikleri bu şansı değerlendirirken göz ardı edemeyeceğimiz bir unsur var. O da şu ki, o dönemlerde bu kadar çok oyunculuk okulu, bu kadar çok oyunculuk mezunu yoktu. Şimdiyse bu sayı o kadar çok ki, elbette tiyatroya gönül verenlerin sayısının her geçen gün artması çok güzel ve umutlu bir şey ama keşke mesleklerini icra edebilecekleri alanlar da aynı doğrultuda çoğalmış olabilseydi. Ancak son zamanlarda eskiye oranla özel tiyatroların çoğalmasıyla birlikte sorun biraz daha azalır oldu. Ne mutlu ki güzel insanların birbirlerini bularak, güzel fikirler etrafında toplanıp, güzel şeyler yaratmak amacıyla kurdukları o kadar çok özel tiyatro var ki. Bu hepimize umut veriyor. Ben mevzuyu şans üzerinden değerlendirmek istemiyorum çünkü biraz da herkesin şansını kendisinin yarattığına inanıyorum. Elbette ki hepimiz "şanssız" diyebileceğimiz dönemler geçiriyoruz bazen şahsi bazense toplum olarak. Örneğin Türkiye'nin her anlamda en karanlık günlerine tanıklık ettiğimiz bir zamandan geçmekteyiz. Ben böyle zamanlarda kendime Melih Cevdet Anday'ın sözünü hatırlatıyorum: "İnsanlar bütün gerçeklerini düşlerden yapmışlardır." İş ki en kötü, en şanssız zamanlarımızda bile umudumuzu, umuda olan inancımızı ve hayallerimizi gerçekleştirme, mücadele etme gücümüzü kaybetmeyelim.

Doğallık kazanmak için kendini ve çevreni sürekli incelemek ve her hareketi denetlemek sonunda teknik ve ruhsuz oyuncular yaratmıyor mu?

Oynayacağımız bir karakteri ele alırken, üzerinde düşünmemiz gereken o kadar çok detay oluyor ki, neye hizmet ettiği, neyi temsil ettiği, hikaye içindeki yeri, hangi dönemde nefes aldığı, yaşı, sosyal statüsü, konumu, insan ilişkileri, hayatı algılayış biçimi, değer yargıları, saklamaya çalıştığı kusurları var mı, varsa neler, sevdiği ve sevmediği şeyler, zaafları, tutkuları, hayat ritmi ve bazen de kalıcı bir engeli var mı, varsa ne, gibi şimdi daha sayamadığım o kadar çok detay oluşturuyor ki bir karakteri… Ben her insanın bir iç müziği, bir rengi olduğunu düşlemişimdir hep. İnsan işte, bir insanı oluşturan sonsuz, sınırsız detayların toplamı! Ve tüm bu detayları ince ince düşünürken hem kendine yolculuk yapıyorsun hem de çevreni gözlemliyorsun ve tabi eğer gerekirse bazen de geçmişte yaşamış insanları araştırıyorsun. Ancak tabi bu gözlem, dur ben şimdi bir gözlem yapayım diyerek olmuyor :)))). İçgüdüsel olarak fark etmeden devreye giren bir mekanizmaya dönüşüyor ve insana dair ne kadar çok detay biriktirirsen, insan ruhunun derinliğini ve çeşitliliğini ne kadar çok anlamaya çalışırsan ve biriktirdiklerini içselleştirirsen oynadığın karakterler de o kadar yaşayan, nefes alan, sahici hale geliveriyor. Dolayısıyla insan ruhunu ve yansımalarını her yönüyle anlamaya çalışırken bize yardımcı olan yöntemlerin bizi ruhsuz ve teknik oyunculara dönüştüreceğinin aksine daha ruhsal bir derinlik kazandıracağına inanıyorum.

Oyunculuk kariyeriniz nasıl başladı ve nasıl gidiyor? Sapma, kayma, aşırı hız ya da duraklama var mı?

İlk sahneye çıkışım orta okul ve lise yıllarımdaydı. Okulun hem Fransızca hem de Türkçe olmak üzere iki ayrı tiyatro kolu vardı, ben Fransızca tiyatro koluna girmiştim. Her sene çok sevgili hocam Uğur Aktaş önderliğinde onun yazdığı ve yönettiği bir oyun çalışır, yıl sonunda da sergilerdik. Oyunlarımızla liseler arası Fransızca tiyatro yarışmalarına katılır, kendi okulumuzun dışında da İstanbul ve Ankara'daki Fransız okullarında ve Fransız Kültür'ün sahnesinde oynardık. Hatta yurtdışı turneleri bile yapmışlığımız vardı. Barcelona, Dijon, Toulouse... Ve tüm bu keyifli deneyimler bende konservatuvara gireceğim ve tiyatroyu profesyonel olarak yapmaya başlayacağım fikrini yeşertti. Ne mutlu ki öyle de oldu:)))! Profesyonel olarak ilk kez bir oyunda yer alışım, konservatuvarda son sınıf öğrencisiyken 2009-2010 sezonunda İstanbul Devlet Tiyatroları'nda Şakir Gürzumar'ın yönettiği, Turgut Özakman'ın Töre oyunundaki Zühre karakteriyle başladı. Ardından Mahmut Gökgöz'ün yönettiği Pir Sultan Abdal oyununda Pir Sultan'ın kızı Sanem Sultan, ardından iki sezon boyunca devam eden Kenan Işık yönetimindeki Antigone oyununda İsmene, sonrasında Murat Sarı'nın yönettiği Son Tango oyununda Maria karakteri ve Kazım Akşar yönetimindeki Güneş Batarken Bile Büyük oyununda genç oyuncu rolünü oynadım. Bu arada ilk özel tiyatro deneyimimi konservatuvardan çok sevdiğim dostum Cem Sürgit'in yazıp yönettiği Hafif adlı oyunla yaşadım. 27 Mart Dünya Tiyatro Günü dolayısıyla düzenlenen Sokak İşi Tiyatro Festivali kapsamında ilk etapta okuma tiyatrosu olarak gerçekleştirmiştik. Sonrasında D22'de beş oyun kadar oynadık sanırım, şimdi sayısını tam olarak hatırlayamıyorum ama maalesef çok sevdiğimiz bir oyun olmasına rağmen yeni sezonda devam ettiremedik. Bu sırada ikinci özel tiyatro deneyimim Hayal Perdesi'nin İmparatorluk Kuranlar yahut Şümürz oyunu ile oldu, çok da güzel oldu, iyi ki de oldu. Tabi bir de yeni yazarlar yetiştirmek, yeni metinler ortaya çıkarmak gibi çok güzel bir şeyi gerçekleştiren sevgili Yeşim Özsoy önderliğindeki Galata Perform'un Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali kapsamında çok sevgili Özge Korkmaz'ın Yuva adlı oyununun okumasını, yine çok sevgili hocam Ayşe Lebriz yönetimde gerçekleştirdik. Hepsi birbirinden özel, birbirinden değerli deneyimlerdi benim için, birlikte çalışma fırsatına eriştiğim çok değerli ustalarımdan çok şey öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum, bana kattıkları için hepsine teker teker minnettarım. Ve elbette bir başka güzel yanı ise, bu güzel yolculukta tanıştığım, hayatıma katıldıkları için şanslı olduğumu düşündüğüm güzel insanlar... Şimdi oyunculuk kariyerimde bir çizgiden, sapma, kayma, ivme ya da duraklamadan bahsetmek için daha yolun çok başında olduğumu düşünüyorum. Sadece şunu söyleyebilirim ki şimdiye kadar bir oyunda yer almadığım bir sene geçirmediğim için şükürler olsun...:)!

Teknik bilgiler sadece sınav geçerken mi yoksa gerçekten sahnede de kullanılıyor mu?

Bu soruya sadece şöyle cevap versem, tiyatro yolculuğumda kullanmayı seçmeyeceğim hiçbir şeyi sırf sınav geçmek için kullandığım hiç olmadı. Dolayısıyla bu sorunun cevabı sanırım bende yok :)!

İmparatorluk Kuranlar çok sık rastlanmayan uluslararası bir ilgi ve övgü gördü. Sence farkı nedir?

Bazen her şey bir arada olmaz, hayatta da öyle. Ama oldu mu da tadından yenmez:)! Boris Vian gibi çok özel bir yazarın bu denli çarpıcı bir metnini oynama şansını elde edebilmek zaten başlı başına çok değerli. Böylesi bir metnin, Aleksandar Popovski gibi özel ve değerli bir yönetmenin zihninden süzülen bir rejiyle ve Sven Jonke'nin metni açan, çözen, önermeler getiren, destekleyen nerdeyse bir reji niteliğindeki olağanüstü dekor tasarımıyla buluşması işin ikinci değerli parçası. Ve elbette Barış Manisalı'nın bu oyun için bestelediği güzel müziklerimiz, Taciser Sevinç'in tasarlamış olduğu kostümlerimiz, ışık tasarımından, teknik ekibine, her şeyin yerini bulduğu çok özel bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Hani demiştim ya bazen her şey bir arada olmaz oldu mu da tadından yenmez diye, işte işin tadından yenmez bir hal almasını sağlayan son parçası da böylesi bir oyuncu kadrosunun birbirini bulmuş olması ile tamamlanmış oluyor. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki varlıklarıyla, eylemleriyle kendilerinden çok şey öğrendiğim, öğrenmeye de devam ettiğim çok usta iki oyuncu ve hatta hoca ile aynı sahneyi paylaşmak inanılmaz ufuklar açan ve her adımda beni yeniden heyecanlandıran bir şey. Reha Özcan'a ve Ayşe Lebriz Berkem'e herşey için ne kadar teşekkür etsem az. Ve kadronun geri kalanı, Tuba Karabey zaten benim konservatuvardan çok sevdiğim ve bu güne gelene kadar birlikte bir çok güzel anı biriktirdiğim bir arkadaşım, Nihat Alptekin ve Selin İşcan ise bu yolculuk sayesinde tanıdığım, iyi ki de tanımışım dediğim arkadaşlarım oluverdiler. Bir çok festivale katılabilmemizdeki en önemli etkenlerden biri Selin İşcan'ın alkışlanası azmi ve inadıdır ve elbette bunun yanı sıra bu yolculukta ona destek olan, koşulsuz yardım eden, sabırla mücadele eden kişilerin varlığıdır. İşte bir puzzle'ın tüm parçaları gibi doğru zamanda, doğru yerde her şeyin birbirini buluvermesinin bir uzantısı olarak düşünüyorum oyunumuzun başarılı olarak değerlendirilmesinin sebebini.

Ustalarla aynı kadroda, üstelik müthiş bir metinle ve yönetmenle çalışmanın avantajları diğer yandan korkulu bir sınav değil mi? Nasıl başardın?

:)))) Şöyle söyleyeyim, korkulu değil, heyecan verici ve sınav değil, deneyim... Çünkü korkarak adım atamam, endişelerim olabilir elbet, ancak endişelerimi bertaraf edebilmek için elimden geldiğince çok ve de doğru çalışmaya çabalarım. Sınav olarak değerlendirmek istemeyişimin nedeni ise sınav kelimesinin, içinde sınanmak anlamını barındırıyor olması. Sınav, varlığı gereği, kazananları ya da kaybedenleri olan, belli bir puanın ya da kabul gören kriterin altında olanları başarısız, üstünde olanları başarılı ilan eden bir şeydir. Ben sınandığımı değil, deneyim kazandığımı, öğrenmeye ve biriktirmeye devam ettiğimi düşünüyorum. Ve her zaman, her yolculukta, işin sonuçları ile değil, süreci ile ilgileniyorum. Başardım mı bilemem ama benim için heyecan verici, öğretici, coşkulandırıcı, harekete geçirici bir süreç ve deneyimdi.

Genç, zeki, güzel ve eğitimli bir genç nasıl olur da böylesi kıymet bilmez bir ortamda oyunculuğu seçer? Seçtiğine seçeceğine bin pişman olmaz mı? (Eskiden idealizm vardı, size kadar kaldı mı yani?)

Öncelikle güzel görüşleriniz için çok teşekkür ederim. Ben genellikle hayatın her alanında pişman olmayı değil, yaşamayı tercih ediyorum. Elbette ki keşke hiç yaşamamış olsaydım diyebileceğimiz hatalarımız, kötü tecrübelerimiz oluyor ama yine de yaşadığıma yaşayacağıma bin pişman oldum yerine, yaşadım, deneyimledim ama iyi olmadı, bana kendimi kötü hissettirdi, dersimi aldım ve bir daha böyle bir hata yapmayacağım ya da en azından yapmamaya özen göstereceğim demeyi tercih ediyorum. Çünkü kötü bir süreçti diyerek andığımız, öyle değerlendirdiğimiz deneyimlerimizde dahi iyi olan bir şeyler, iyi olan anlar olabiliyor bazen, her zaman değil elbette, ama bazen olabiliyor ve işte o zaman pişman oldum diyerek o anlara hepten haksızlık etmiş olmak istemiyorum. Ay ne çok konuştum:) Konumuza gelirsek, bu mesleği seçtiğim için pişmanlık duyduğum hiç bir an olmadı. Zorlukları var elbet, her meslekte olduğu gibi ama işleyişin yaşattığı zorluklar sebebiyle pişman oldum demek, hem tiyatronun kendisine hem de ona duyduğum aşka haksızlık olur.

Üstelik daha yolun çok başındayım, bu mesleğe büyük bir özveriyle yıllarını vermiş ve bin bir zorluklar yaşamış oyuncular varken, daha yolun en başında ay ne çok zorluk çektim, ne çok yoruldum, vallahi seçtiğime seçeceğime bin pişman oldum demek abesle iştigal ve büyük hadsizlik olur. Kaldı ki yıllar sonra bile bir pişmanlık söz konusu dahi olamaz, olsa olsa karşılaştığım ve mücadele ettiğim ama mücadele etmekten de gocunmadığım ve vazgeçmediğim zorluklar olur, yorgunluklar olur, tiyatronun kendisine dair değil ama bu mesleği icra etmeye çalışırken karşılaştığımız kötücül zihniyetlere ve tabi işleyişe karşı kırgınlıklar olabilir. "Eskiden idealizm vardı, size kadar kaldı mı yani?" sorusuna gelirsek, sadece eskiden değil, şimdi de var ve her dönemde olacak, bize kadar kaldı ve bizden sonrasına da kalacak. Tutkunun olduğu yerde idealizm de vardır. Çünkü bir duyguyu, bir düşünceyi idealize edebilmek için öncelikle ona aşkla, tutkuyla ve inançla bağlı olmak gerekir. Sizce aşkın, tutkunun, inancın olmadığı bir zaman dilimi olabilir mi?

Oyunculuk biraz yapılınca doyulur mu, bırakılır mı, bırakılsa içten içe çürütür mü? Sadece oyunculuk karın doyurur mu?

Aşka doyulur mu? ;))) Tamam ben bu aşkı azıcık ucundan tattım artık doydum yeter, bu hissi yaşamayı artık bırakıyorum denilir mi? Elbette ki dileğim mesleğimi ölünceye kadar icra edebilmek. Ama bazen içinde yaşadığın koşullar, sağlık durumun, ya da ne bileyim işte başka başka engeller seni bırakmaya zorlayabilir. Ve bıraktığın şey, elbet eylemin kendisidir, hislerin değil. Ve içinde yaşattığın hisleri eyleme dönüştüremediğinde elbet içten içe çürütür. Ama ne yaparsın? Sana nefes aldıracak başkaca alanlar yaratırsın kendine. Eyleme dönüştüremiyor musun, edilgen olarak hayatına katarsın, oynayamazsan gidip seyretmeye devam edersin, okumaya devam edersin, ama bir şekilde tutkulu olduğun şeyin içine kendini bir köşesinden dahi olsa dahil edersin. Hayat neler getirir bilinmez, pratikte yaşamaya devam edemesen bile sevmeye devam edersin. "Sadece oyunculuk karın doyurur mu?" sorusuna gelince, keşke doyursa. Keşke yalnızca mesleğimizi yaparak daha doğrusu keşke yalnızca tiyatroda var olarak hayatımızı kazanabilsek, kaliteli denilebilecek kadar bir yaşam standartında hayat sürdürebilsek. Lüksten ve konformist bir hayattan bahsetmiyorum, kaliteli diyebileceğimiz standart, işte kiramızı, faturalarımızı ödeyebildiğimiz, sağlıkla ilgili bir sorun yaşadığımızda giderlerini karşılayabileceğimiz, çocuklarımıza iyi bir eğitim sağlayabileceğimiz ve elbette mesleğimiz gereği kendimize yatırım yapabileceğimiz, yatırımdan kastım yurtdışına gidip oyunlar seyredebilmek, müzik, film, tiyatro, dans festivallerini takip edebilmek, katılmak istediğimiz workshoplara katılabilmek, ve senede bir kere, bir haftalığına dahi olsa mutlaka ruhumuzu ve bedenimizi dinlendirebilmemizi ve yeni sezona sağlıklı, dinç, kafayı boşaltmış, yeni birikimlere yer açmış olarak başlayabilmemizi sağlayacak bir tatil ve kendimize küçük keyifler, lüksler değil keyifler sunabileceğimiz bir yaşam, kaliteli ve yeterli bir hayat standartıdır benim için. Başka başka kültürleri, yaşayışları, coğrafyaları tanımanın çok önemli ve değerli olduğunu düşünüyorum, bu sebeple 3-4 günlüğüne dahi olsa her fırsatta başka bir ülkenin başka bir şehrine giderek dünyada mümkün mertebe çok yer görmenin bir lüks değil gereklilik olduğunu düşünüyorum. Ama bu kadarla sınırlı bir yaşam standartı için bile yalnızca tiyatro yapmanın yeterli olması mümkün değil maalesef. Bu sebeple kendimize, bize maddi olarak katkı sağlayacak başka başka alanlar yaratmak zorunda kalıyoruz ve bu doğrultuda çalışıyoruz.

Pekiyi son yılların moda sorusu için ne dersin? ‘Nasıl bir tiyatro’? Var mı öyle bir tiyatro?

Ne diyeyim, eyvah derim! :))) Nasıl bir tiyatro hayal ettiğim, neden tiyatroyu istediğimle de doğru orantılıdır. Çünkü tiyatroyu isteme nedenlerim beni aslında nasıl bir tiyatro hayal ettiğim sorusuna da götürmüş oluyor. Orta okul ve lise yıllarımda, daha amatör olarak ilk sahneye çıktığım anlardan itibaren farkettiğim bir şey vardı; "Aaa ben hiç inmek istemiyorum ki, oyun hiç bitmesin, ben de hiç ayrılmayayım bu alandan istiyorum" diyordum kendime. Hala da onu diyorum. Beni mutlu ve iyi hissettiren şey oyun oynuyor olma dürtüsüydü, aslında ben oyun alanımı terk etmek istemiyordum. İşte o vakit fark ettim ki tiyatronun dönüştürücü ve iyileştirici bir gücü var. Yalnızca tiyatronun değil elbet, sanatın her alanının ve de edebiyatın böyle bir gücü var. Mikrodan makroya baktığımızda, öncelikle kendimizle, kişisel dertlerimizle, acılarımızla, zaaflarımızla, hatalarımızla sonrasındaysa hayatla, yaşadığımız coğrafyayla ve de elbette ki dünyayla yüzleşiyor, dönüştürüyor ve iyileşiyoruz. Bu aynı zamanda kendimizi gerçekleştirmemizi de sağlıyor. Hani çocukken, canımız sıkkın olduğunda oyunlara sığınır, oyunlar oynar, hayatı oyunlarla tanır, böylece dönüşüverir ve iyileşiverirdik ya, öyle işte. Büyüdüğümüzde de durum aynı, kendimizle, içinde yaşadığımız coğrafyayla, dünyayla, yaşamın döngüsüyle ve bu döngüye hükmeden erk sahipleriyle ilgili dertlerimiz var. Karanlık renkleri değiştirmek ve yaşamı gökkuşağı renklerine boyamaya, bir masal gibi yaşayabileceğimiz bir hayat kurabilmeye, bir parça bile olsa değiştirmeye, iyileştirmeye çalışıyoruz, bir ressam ya da heykeltraş eserleriyle, bir müzisyen besteleriyle, bir performans sanatçısı bedeniyle, bir yazar kalemiyle, bir öğretmen yetiştirdiği aydınlık zihinlerle.... Bu örnekler böyle uzar gider. "Nasıl bir tiyatro" noktasında benim için önemli olan, mesleğimizi icra ederken uyum sağlayabilmek, kabul görebilmek, eleştirilmemek adına risk almadığımız, dünyanın ve toplumun genel-geçer kurallarının bizi, inançlarımızı, düşüncelerimizi değiştirebildiği değil, aksine bizim dünyayı ve bu kötü gidişatı, eylemlerimizle, riskler alarak, inançlarımızın arkasında durup savunarak değiştirip dönüştürebildiğimiz, güzelleştirebildiğimiz bir tiyatro. Bunun için gerekli olan, özgür, tabusuz, korkusuz, cesur, sansürün ve daha da korkuncu otosansürün uygulanmadığı, sevgi temelli bir tiyatro. Var mı böyle bir tiyatro? Neden olmasın böyle bir tiyatro? Ne şanslıyız ki tüm bunları başarmaya çalışırken, tiyatro bize, kurduğumuz oyun alanlarında bir çocuk saflığını ve fütursuzluğunu koruyabileceğimiz, keyif alma duygusunun peşinden gidip, ruhumuzu özgürleştirebileceğimiz bir alan sağlıyor.

Mesleğe başlayan genç bir oyuncunun kariyerinde şans diye bir faktör var mı? Şansın yoksa yeteneğin kıymeti kalmıyor mu? Ay tam delirmelik bir iş değil mi?

Ay tam delirmelik sorular değil mi? :)))))) Öncelikle şunu söyleyeyim, yetenek dediğimiz şey o kadar ele avuca sığmaz, göreceli bir kavram ki. Bir kere herkes yeteneklidir sadece farklı farklı alanlara yatkınlığımız vardır ve bu sadece sanat alanında olmak zorunda değildir. Örneğin benim sayısala hiç yeteneğim yok. Kimisinin yazmaya, kimisinin resme, kimisinin müziğe, kimisinin matematiğe, kimisinin dile, kimisinin öğretebilmeye... Önemli olan yönelimlerimizi belirlerken yatkınlık alanımızı doğru görebilmektir. İşte yetenek dediğimiz şey bu noktada önem kazanıyor. Kabiliyetimizin olduğu alanın dışında bir alana yönelme konusunda ısrarcı davrandığımızda mutsuz olma ihtimalimiz de artmış oluyor. Ancak yetenek tek başına yeterli değil, işin çok küçük bir parçası. Çünkü yeteneği yalnız başına bıraktığında çarçabuk körelip, yitip gidebilir. Onu işlemediğimiz takdirde hiçbir kıymeti kalmıyor ki. Verimli ve doğru çalışmak, araştırmak, merak etmek, kendini geliştirmeye, üstüne her daim yeni şeyler eklemeye ve öğrenmeye devam etmek, azimli olmak, işin geri kalan büyük parçasını oluşturuyor. İşte tam da bu sebeplerle kişinin kendi şansını biraz da kendisinin yarattığına inanıyorum. Buna rağmen bu o kadar grift bir denklem ki, bazen elimizden gelenin en iyisini yapmaya çabalıyor olsak da kendi şansımızı kendimizin yaratabileceği alanlar bulamayabiliyoruz ve birilerinin bize şans vermesi gerekebiliyor ve işte o zaman da bize verilen bu şansı en iyi şekilde değerlendirmek kalıyor bize. Çünkü yalnızca şansımıza güvenip, bize verilen bu şansı iyi değerlendirmek için elimizden gelenin en iyisini yapmaya çabalamadığımızda yolda kalabiliriz. Ve bir vakit sonra hayat artık bize şans vermeye devam etmeyebilir.:)

Planlar, projeler, hayalleriniz nelerdir? Olmazsa ne olur, olur mu?

Hani hepimizin bildiği ve çok da doğru olan bir sözü vardır ya John Lennon'ın; "Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir." Ben, planlardan, projelerden değil de yalnızca hayallerimden bahsedeyim en iyisi... Öncelikle elbette ki ömrüm boyunca tiyatroda oynamaya devam edebilmek. Sonra, maalesef bu güne kadar hiç oynama şansını elde edemediğim sinema alanında da çalışabilmek. Çok değerli, çok özel filmler yapmış olan bir çok sinema yönetmenimiz var. Son zamanlarda dikkatimi çeken, filmlerini seyrederken büyük keyif aldığım Caner Alper-Mehmet Binay, Kaan Müjdeci, Emin Alper ilk aklıma gelen yönetmenler. Ama filmleri özellikle kalbime dokunan iki yönetmen var ki, onlarla çalışmak benim hayalim. Reha Erdem ve Nuri Bilge Ceylan! Ve tabii yurtdışına sıçrayacak olursak en büyük hayalim bir gün Haneke ile çalışabilmek. Sonra, henüz çok yeni başlamış olduğum ama içinde bulunmaktan büyük keyif aldığımı keşfettiğim yepyeni bir alan var. Fransızcadan Türkçeye çeviri yapmak. Şimdilik çevirmiş olduğum yalnızca iki eser var. Biri, "Duygu Çağı" adlı Felsefe ve Sanat Dergisi'nin 2. Sayı'sında çıkan, "Alain Badiou'dan Mutluluk Üzerine Bir Ders". Diğeri ise, Charles Baudelaire'in "Gizli Günlükler: Roketler ve Çırılçıplak Yüreğim" adlı eseri. Baudelaire henüz basılmadı ancak beni ayrıca heyecanlandırmasının sebebi, bu eseri Sait Maden ve Erdoğan Alkan gibi iki usta isimden başka çeviren hiç kimsenin olmaması. Onların ustalıklarının üstüne umarım mahcup olmam. Şimdi çevirmekte olduğum bir oyun var, dilerim bu alanda da çalışmaya devam edebilirim. Ancak bu gerçekten çok derin bir mesai harcamamı gerektiren, uzun zamanlar alan bir süreç. Ama özellikle bir kitap var ki, bir gün başına oturup, günlerce gecelerce kapanıp, Türkçe’ye kazandırmak en büyük hayallerimden biri. Eğer bir gün başarabilirsem, adını o zaman söylemiş olmak istiyorum, büyüsü bozulmasın. :) Her köşesine varıncaya kadar tüm dünyayı karış karış gezmek. Yağmur Ormanları'nı görmek, Laponya'da Kuzey Işıkları'nı seyredebilmek, bir sabah gözümü okyanusun tam ortasında açabilmek, hele görmek ve kısa bir süre için bile olsa yaşamış olmak istediğim bir yer var ki yine büyüsü bozulmasın diye adını kendime bile söylemiyorum. :) Sonra bir gün, analog fotoğraf makinemle çekip, kendim yıkadığım filmlerden oluşan bir fotoğraf sergisi açabilmek... Böyle hayallerim var işte... Olmazsa ne olur? Ne diyeyim, hayat...

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar