Kriz ve bubi tuzakları
Krizler her zaman sözcükleri bir kulağından girip ötekinden çıkan sesler haline getirdiğinden böyle zamanlarda kimse bir diğerinin söylediklerini duymaz; tartışmalar faydasızdır.
Hepimizin bildiği gibi, Aşil bir tanrıça ile bir ölümlünün birlikteliğinden doğan bir çocuktu. Bütün annelerde çocuklarını koruma içgüdüsü vardır; Aşil’in annesi de bu içgüdüyle oğlunu, onu ölümsüz yapacak olan nehrin sularına batırdı. Ancak bunu yaparken Aşil’i topuğunun ucundan tuttuğu için, Aşil’in topuğu onun ölümüne sebep olabilecek tek zayıf noktası oldu. (Elbette efsanenin, kahramanın nehre değil de ejderha kanına batırıldığı, topuğuna bir yaprağın battığı gibi pek çok farklı versiyonu da var.) Sonuçta “Aşil’in topuğu” sözleri bizlere hep aynı şeyi söyler: Sahip olduğumuzu hissettiğimiz güç ne kadar büyük olursa olsun, hepimizin bir zayıf noktası vardır. Zaten bu hikâyede de kahraman, tek zayıf noktası olan topuğuna saplanan bir ok ile ölür.
2001 yılında gazeteci Mario Rosa’nın yazdığı “Aşil Sendromu / A Sindrome de Aquiles” adlı kitabı okudum. Kitap son derece güncel bir konuyu ele alıyor: Kriz.
Kitabında Rosa bizi şöyle uyarıyor: “Kriz her zaman sinyallerini önceden verir.”
Bu sözleri okuduğumdan beri, belli fırtınaların, arka bahçemize hücum etmesinden hemen önce gönderdikleri ama bizim tembelliğimizden ya da önemli olmadığını düşündüğümüzden görmezden geldiğimiz küçük mesajları not etmeye başladım. Çünkü tam da bu masajları göz ardı etmemiz yüzünden, rüzgâr çılgınca esmeye başladığı anda fırtınanın attığı tokatlara tamamen hazırlıksız yakalanırız; böyle bir durumda Rosa’nın sözleriyle “yapabileceğimiz tek şey kaçınılmaz tahribatla mümkün olduğunca baş etmeye çalışmaktır.” Rosa’nın kitabını kişisel fırtınalarımızın haritasını çizmek için bir kılavuz olarak kullanmayı istiyorum.
Başlangıç: Kriz, kimi zaman sadece içimizde, ruhumuzda yaşanıyormuş gibi görünse de her zaman dışarıdan gelir. Çoğunlukla çocukluğumuzda başımıza gelmiş önemsiz gibi görünen bir olay yetişkin hayatımızda ciddi sonuçlar doğurabilir.
Kriz tahrip etmek üzere gelir: Her ne kadar romantik bir yaklaşımla “kriz” kelimesini “fırsat” kelimesiyle bağdaştırmayı denesek de (Çinliler böyle düşünür) bu bağlantı ancak beklenmeyen bu duruma hazırlıklı olursak mümkün olabilir. Bu da pek ender görülen bir şeydir. O yüzden kriz geldiğinde çevremizdeki her şeyi darmadağın edecektir.
Gerçeğin bir faydası olmaz: Birkaç yıl önce, kitabım “Zahir”in yayınlandığı dönemde, bir Rus moda tasarımcısı Moskova’nın en çok satan gazetesine kitabımdaki hikâyenin ilhamını aramızda yaşanan aşk ilişkisinden aldığını söyledi. (Aslında kitabın ilham perisi İngiliz gazetesi Sunday Times’ın savaş muhabiri Christina Lamb’dir.) Yapılan bu açıklamayı yalanlayan bir mektup gönderdim, ama aptallık ettim. Sonuçta olaydan haberi olmayan bir sürü kişi de mektubum yayınlanınca bunu duydu. Sonrasında da erkeklerin sırtını sağlam bir duvara dayadıktan sonra nasıl da hep masum rolüne büründüğüne dair bir spekülasyon başladı.
Bir problem, ne kadar küçük olursa olsun, devasa bir krize sebep olabilir: Brezilya’da ulusal posta servisinden bir müdüre rüşvet verilmesi olayı bir suçlamalar zinciri başlattı ve federal hükümetin pek çok bölümünü sarstı. Müdürün işten geç çıkıp katılması gereken bir düğüne gecikmesi, sonradan düzeltilmesi mümkün olmayan bir harekete sebep oldu. Şimdiye kadar üzeri kapatılmış bütün bu yolsuzluk zincirini ortaya çıkaran şey belki de bu küçük gecikmeydi.
Gerçekler değil, topulumun olayı nasıl gördüğü önemlidir: Tanıdığım bir kız var; babası annesinden nefret ediyor. Çok büyük zorluklar yaşıyorlar, evde kedi köpek gibi sürekli kavga ediyorlar ama bunu hep alçak sesle yapıyorlar. Öte yandan küçük kız derslerinden hep yüksek notlar alıyor, komşular kavgaları duymadığından hiçbir şey bilmiyor. İşte böyle bir durumda genel izlenim şudur: Toplum konudan haberdar değilse, dünya kontrol altında demektir.
Her şey tahrip edici silahlara dönüşür: Krizler her zaman sözcükleri bir kulağından girip ötekinden çıkan sesler haline getirdiğinden böyle zamanlarda kimse bir diğerinin söylediklerini duymaz; tartışmalar faydasızdır. Böyle bir zamanda “Ben portakal seviyorum” derseniz kar- şınızdaki kişi bunu patatesten nefret ettiğinizi söylüyormuşsunuz gibi anlar ve o akşam kendisine patates cipsi ikram ettiğinizde bunu, onu da sevmediğinizi ima ettiğiniz biçiminde yorumlayarak mutsuz olur.
Krizde her zaman bir sembol söz konusudur: Bu sembol ya evlilik gibi bir müessese, ya iş hayatında bir kariyer, ya bir şirket, ya din, ya aşk ya da idari bir kanundur.
Bu yazıyı gelecek hafta tamamlayacağım ve ikinci bölümde fırtınaya karşı verilen muhtemel tepkileri analiz edeceğim. Bu tepkiler, Rosa’nın da kitabında bahsettiği gibi, aslında göründüğü kadar ani tepkiler değil. Ne de olsa ruhlarımızın da bir hava durumu tahmin servisi var; kişisel veya profesyonel, tersliklerin bir çığa dönüşmesini istemiyorsanız zararsız gibi görünen bu küçük sinyalleri sakın hafife almayın.
(Çeviren: Mine Akverdi Denktaş)