Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bugünlerde İstanbul’a gelen bir yabancı neredeyse her binanın duvarını kaplayan Terim billboard’larını görünce buraları bir üçüncü dünya diktatörlüğü, o billboard’ları da imparatorun posterleri zannedebilir. Ve yanılmaz. Burası Fatih Terim'in ülkesi, biz de içinde yaşıyoruz. Daha izlemeden Netflix’teki “Terim” belgeselinin dört saatlik bir “hagiography” olduğundan emindim. Türkiye’de belgesel yapılmaz, belgesel konusu olan kişi kendisine tapınılmasını ister. Fatih Terim de farklı değil. Ama bol bol övgünün yanında çok başarılı bir propaganda mesajı çıktı karşıma. O kadar ki, bir oturuşta izleyince Terim’i sempatik, babacan, cana yakın, en önemlisi de mütevazı buldum. Terim’in bunların hiçbiri olmadığını bilmeme rağmen acaba yıllar içinde ona haksızlık mı yaptım diye bile düşündüm hatta.

        Başarılı propagandayla başarısız propagandayı ayıran izleyiciyi ikna edebilme gücüdür. Herman ve Chomsky’e göre medya gücü insanları farkında olmadan akıllarından bile geçmeyen bir konuya razı etmek için kullanılabilir. “Terim” de kamuoyunu olası bir Galatasaray başkanlığına hazırlamak için çekilmiş bir reklam filmi, bir belgesel değil.

        REKLAM

        Belgesel olsa, tarihi belgelerdi. Oysa “Terim” tarihi yeniden yazıyor. Üstelik hayati önemdeki olay ve aktörleri görmezden geliyor. Ne damadının konuşmalarının dinlemeye takıldığı şike soruşturmasından bahsediliyor, ne altın yıllarında Terim’in can dostu olanlar yer alıyor.

        Hakan Şükür ve Arif Erdem gibi FETÖ’yle özdeş ama ister istemez Galatasaray tarihinin parçası olan futbolcular zaten yok; futbolcusunu hangi gece kulübüne gittiğine kadar takip eden Terim’in takımında örgütün nasıl yayıldığı ya da futbolcuların kolundaki Rolex’in yeraltının hangi YouTube yıldızı tarafından hediye edildiğinden de bahis yok. “Terim” futbolu sadece futbol olarak görüyor, Fatih Terim’i dönemin siyasi, sosyal ve kültürel ortamından bağımsız ele alıyor. Böyle olunca da ortaya sadece bir tanıtım filmi çıkıyor.

        BEYAZ TÜRKLERİN SON DÖNEMİ

        Galatasaray ve Terim’in altın çağı denilebilecek 1996-2000 yılları arasında hem kulübü hem de Türk futbolunu kendimce epey ayrıcalıklı bir mevkiden takip edebilme şansım oldu. Hem Ali Sami Yen’de kapalı tribündeydim, hem de Mehmet Ali Birand’ın yapım şirketinde Galatasaray’a arşiv görüntüleri çeken ekiple birlikte sık sık kulübün içindeydim. “Terim” belgeselinde “32.Gün” ekibine teşekkür edilmiş; o dönem bizim çektiğimiz görüntüler kullanılmış.

        O yıllarda Beyaz Türklerin hala etkin olduğu bir Türkiye vardı. Mizanpajı Batılı muadillerini andıran gazetelerde “lifestyle” sayfaları yayımlanıyor, sızma zeytinyağının nimetleri ve Türk şarapları üzerine yazılar çıkıyor, İKSV’nin caz ve film festivallerinin biletleri tükeniyor, Talimhane’de gay bar ve Sıraselviler’de füzyon restoranı açılıyor, televizyonlarda sabaha kadar—burası sanki bir İskandinav ülkesiymiş gibi—ifade özgürlüğünü alışmadığımız derecede geniş yorumlayan “Siyaset Meydanı” tabuları yıkılıyor, “Televole” sayesinde futbolun başrolde olduğu yeni bir şöhret kültürü yaratılıyordu. Batılılaştığımızı, özgürleştiğimizi, geliştiğimizi düşündüğümüz, hayallerimiz olan bir dönemdi.

        REKLAM

        Beyaz Türklerin o güne kadar büyük bir eksiği vardı. Fikirleri, idealleri ve ukalalıkları vardı ama iş uygulamaya geldiğinde yetersiz kalıyorlardı. Yeni Demokrasi Hareketi’nin uğradığı bozgun bundandı; zengin çocuğuyla işler yürümüyordu, hırslı, çalışkan bir uygulayıcı şarttı. Dönemin Galatasaray Başkanı Faruk Süren yönetiminin en büyük dehası farkında olarak ya da olmayarak anahtarı kendini kanıtlama hırsıyla yanıp tutuşan Fatih Terim’e teslim etmekti. O çalışacak, onlar da başarının kaymağını yiyecekti.

        Türkiye’de pek çok başarı hikayesinin altında sınıf çatışmasını ya da sınıf atlama hırsını bulabilirsiniz. Terim’inki de farklı değil. Adana’da kendi tabiriyle “fakir ama gururlu” bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’a geldiği andan itibaren sürekli kendisini kanıtlamak zorunda kalıyor. Önce takıma, ardından sınıfça kendisinden çok daha üstte olan baskın karakterli eşine, yanında çıraklık yaptığı yabancı hocalara ve Galatasaray’ın ayrıcalıklı ve zengin sınıfına karşı biriken bir hırs bu. İnsanın ego’sunu hafife almamak gerek. Geçmişin yarattığı aşağılık kompleksini aşmak için en etkili tedavi başarıdır, Terim’in de başarılı olmaktan başka hiçbir seçeneği yoktu.

        Terim başarılı oldu, ama hikayenin sonu Galatasaray yönetiminin beklediği gibi olmadı. Hiçbir kurum kendi markasının önüne çıkan figürleri sevmez; gazete sahiplerinin çok parlayan genel yayın yönetmenlerinden bir süre sonra kurtulmak istediklerini görmüşümdür örneğin. Galatasaray da Terim’in kulüpten daha fazla büyümesini istemiyordu. Ama 2000 yılına gelindiğinde, arka arkaya kupalar ve şampiyonluktan sonra Terim kendi kült’ünü yarattı. “İmparator” lakabı kabul gördü. Terim kendisini her kişi ve kurumdan üstün görmeye başladı.

        Belli ki Faruk Süren de iyi bir işadamı değildi; hem sıfır borçla devraldığı Galatasaray’ı 40-50 milyon dolarlık bir yükle bıraktı, hem de kendi holdingini batırdı. Bir gün onu bir zamanlar sahibi olduğu sinema salonunun gişesinden bilet alırken görmüştüm. Kulübü yönetenler yavaş yavaş iktidarını kaybederken, Fatih Terim hep daha da güçlendi. Ancak güç dengesinin değişmesiyle ilk dört yılda oluşan sinerji darmadağın oldu, Terim de bir daha hiç o altın dönemin başarısına ulaşamadı.

        REKLAM

        KORKU İMPARATORLUĞU

        Terim’de tutan formülün bir benzeri siyasette denendi. Aşağıdan gelip kendisini önce onu zamanında küçümseyenlere kanıtlayan, yalılarda onuruna davetler verilen, iş dünyasıyla bir araya getirilen, dünyaya sunulan bir başka etkin figür daha oldu Türkiye’nin yakın tarihinde. Bu projenin sonuçlarını da hala yaşıyoruz. İki ismin de ortak özelliği her ne şartta olursa olsun başarı elde etmek ve bunun her yöntemi mubah bellemekti. Terim’in başarısının, daha sonra da başarısızlığının sırrı yarattığı kült’ün etrafında bir korku imparatorluğu örmekti.

        Bu Türkiye’de tutan, bu coğrafyanın kendi iç hassasiyet ve dinamiklerinde karşılığı olan bir başarı formülüydü. Dişlerini sıkan, burnundan dumanlar çıkan, suratı yer yer öfkeden kıpkırmızı Terim Türkçe konuşan, Türkçe mücadele eden, Türkçe savaşan, Türkçe düşünen biri. Şansal Büyüka’nın anlattığı gibi iki adım ötedeki havuza hiç girmeden bütün yaz yabancı dil dersi almaktan bahsetmiyorum—ki o yabancı dili de Türkçe konuştu Terim. Korku İmparatorluğu da Türkçe bir kavram ve Batı’da tutmaz.

        FUTBOL SADECE FUTBOL DEĞİLDİR

        Üstad ne der, “Everything is something happened.” Terim’in toplamı bir sene bile sürmeyen İtalya’da iki takım çalıştırma macerasını yüzüne gözüne bulaştırdığı, her ikisi de bitişi itibarıyla utanç verici birer tecrübe olduğu görmezden gelinemeyecek bir gerçek. İstanbul Swissôtel’de takımdaşlık konferansı sırasında liderlik üzerine konuşma yaparken Milan’dan kovulması ironiyi yeteri kadar özetliyor zaten. Milan kadrosunda yer alan bir futbolcu da yıllar sonra yazdığı anılarında Terim’in soyunma odasında tuhaf taktikler verdiğini, tahtaya bir şeyler çizip ne karaladığını kendisinin de anlamadığını, oyuncuların kafasını karıştığını anlatmıştı.

        REKLAM

        “Terim” bütün objektif kriterlere göre utanç içinde biten İtalya yıllarından bile başarı öyküsü çıkarmaya çalışıyor, ama ekonomi politiğe girmiyor. İşin gerçeği, tıpkı İtalya’ya transfer edilen Hakan Şükür gibi Fatih Terim’in önce Fiorentina, sonra da Milan’ın başına geçmesi dönemin siyasi koşullarıyla ilintiliydi. İki transfer de İtalya’yla Türkiye’nin yaşadığı en büyük siyasi krizin ardından geldi. Birer yara bandıydı bu transferler, tıpkı yara bandı gibi geçici ve tek kullanımlıktı. Uzun vadeli olmaları beklenmiyor, o için yarayı durdurdular sadece.

        Abdullah Öcalan’ın yakalanması, İtalya’nın onu iade etmekte direnmesi Türkiye’de daha önce görülmedik bir İtalyan düşmanlığına yol açmıştı. Rating yarışındaki akşam haberlerinde şovenizmin dozu giderek yükseliyor, İtalyanların çok makarna yedikleri için kafalarının çalışmadığına dair haberler yapılıyordu. İtalya Başbakanı Massimo D’Alema’nın soyadını argolaştırmak rutin olmuştu.

        Medyanın da gazıyla sokakta İtalyan arabalar ve makarnalar yakılıyordu; otomobillerin sadece lisansı İtalyan’dı oysa ve Türkiye’de Türk işçiler tarafından üretiliyordu. Makarnalar da Türk malıydı, Türk malı buğdaydan yapılıyordu. Ama akıl tutulması İtalyan lisesinde okuyan öğrencilere saldırılmasına kadar vardı.

        “Torinolu Şaban” ya da “Firenze’nin İmparatoru” sayesinde bu düşmanlık bıçak gibi kesildi. Agnelli ailesi, Berlusconi, Türk iş adamları, derin siyaset vs. devreye girdi ve iki ülke arasındaki ticari ortaklık yeniden başladı. Öcalan da bu arada İmralı’ya getirilmişti zaten. Terim sayesinde de İtalya’ya turlarıyla birlikte araba satışları ve makarna tüketimi yeniden başladı.

        Serie A’da Terim’den daha başarılı olmuş başka yabancı teknik direktörler var—Lucescu gibi—ama hiçbirine çalıştığı iki takımda da sezonu tamamlamayıp kovulan Terim’e verildiği gibi devlet nişanı takılmadı. Bu bile tek başına futbolun sadece futbol olmadığını gösteriyor.

        REKLAM

        Galiba İtalya’ya neden gittiğini Terim de biliyor olmalıydı, çünkü aklı ve zaman zaman da bedeni hep Türkiye’deydi. 2000 yılına gelindiğinde Galatasaray defteri kapanmış, İtalya başlamış ama bir yandan da Aydın Doğan kesinin ağzını açıp ona her hafta CNN Türk’te programa çıkarmaya başlamıştı. Terim bu çekimlerin çoğu için İstanbul’a getirtiliyordu. Terim parayı hep çok sevdi, bugün bile hala sırtında sigortacı reklamıyla dolaşıyor.

        NİYETİ BELLİ

        Bugün bütün bunlar hatırlanmıyor tabii.

        Çarpık İtalyancasıyla hepimize öğrettiği gibi önemli olan sonuçtur. Fatih Terim bugün bir efsane olarak anılıyor, kusurları ve başarısızlıkları tarihi ustaca yeniden yazma sürecinde görmezden geliniyor.

        Bundan sonra da artık tek önemli olan Terim’in şimdi ne yapacağı. “Bende hikaye bitmez,” diyor ve Galatasaray başkanı olacağının sinyalini veriyor. Kendisini küçük düşüren kulüpten ancak bu şekilde intikam alacağını, futbolculuktan teknik adamlığa, buradan da başkanlığa uzanan tek kişi olarak tarihe geçmek istediği net. Seçim kampanyası da Netflix’te başladı. Bu kadar inat etti, bunu da kesin alır. Alsın zaten, alınca belki biraz rahatlar.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar