Türkiye'nin 'geciken adalet' sorunu
KÜRT meselesinin çözümünden memur olanlar, Kürtlerin özgürlük alanlarının eskiye oranla çok ama çok genişlediğini, ama Kürtler adına silahlı ve silahsız mücadele yürütenlerin bununla yetinmediğini, sürekli yeni şeyler istediklerini ileri sürerler.
"Hakları iade ettik, özgürlük alanını genişlettik, yetinmediler, bilakis biz verdikçe çıtayı yükselttiler" açıklamasının gizlediği bir etken var ki, bir cümleyle özetlenebilir: "Evet ama söyledikleriniz olurken gün batmak üzereydi."
Ve akşamın gereksinimi, sabahın gereksinimiyle aynı değildi.
Kürtlerin adaletin bekleme odasında geçirdikleri süre, makul olandan çok fazlaydı. Köprüden önceki son çıkış yeri, 90'11 yıllardı ve adalet mazlumlara sırtını dönüp derin uykulara dalmıştı. Uyandığında, bazı şeyler için geç kalınmıştı.
*
Türkiye de birçok sorunun nedeni, meselenin künhüne vâkıf olmaya gösterilen direncin fazla uzun sürmesi, mesele anlaşıldığında harekete geçmenin uzun sürmesi, adaletin gecikmesi, yaşlanması, sonra da sabrı taşmış kitlelerin tepkisine maruz kalarak şaşırması ve adalet olmaktan çıkıp başka bir şeye dönüşmesi olarak özetlenebilir.
Ve pek tabii, bu konunun siyasal iktidara da bakan bir veçhesi var.
*
Osman Can, Akşam Gazetesi'ne verdiği röportajda bir tespit yapmış. Kabaca özetlersek, "Önceden siyasette sadece varsayalım yüzde 20-30 olan Kemalistler, Yargıtay'da % 70, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi'nde % 70-% 80'in üzerindeydi, şimdi hiç olmazsa toplumun % 60'ı yargıda % 70 olarak temsil ediliyor. İşler tam tersine döndü. Bundan sonra artık bir tane Kemalist dahi Anayasa Mahkemesi'ne, HSYK'ya gelemez. Dengenin tersine bozulması Türkiye lehine olan bir şey değil" diyor.
Osman Can gibi, yargı bürokrasisinin askeri vesayetten ve resmi ideoloji etrafında örgütlenmiş oligarşik zihniyetten arındırılmasını savunmuş biri, "Artık bir tane bile Kemalist Anayasa Mahkemesi'ne, HSYK'ya giremez ve bu Türkiye'nin lehine olan bir şey değil" diyorsa oturup düşünmek gerekir.
Muhafazakârları yani toplumun tarihsel, dinsel, sosyal dokusuyla görece daha fazla uyum içinde olan kesimini temsil eden siyasal iktidar, açık fark arayla gerçekten "muktedir" olmuş iken, nasıl oluyor da maruz kaldığı şeyin aynısını yaparak, başka bir rövanşizmin tohumlarını ekiyor? Nasıl oluyor da, hiç değilse doğacak sonuçlardan çekinmek gibi asgari bir feraset dahi yeni bürokratik yapılanmanın referansları arasına giremiyor ve tek geçerli ölçü "çoğunluk" ve "ondan alınan güç" olarak teberrüz ediyor?
Cevap, hoşumuza gitsin ya da gitmesin ne yazık ki çok basit: "Çoğunluk" ve meşru temsilcisi, o kadar uzun bir süre "öteki" olmaya talim ettirildi ki, şimdi geç bulduğu "adalet" ile elde ettiği güç arasında çelişki yaşıyor. Bu bir akletme sorunu değil, nefsine söz geçirememe sorunu.
İddialı olmadığı, üretim yapmadığı alanları bile tahkim etmeye çalışıyor. Tiyatronun, yüksek sanat hakkında sadece sanatçıların konuşamayacağını ileri sürüp "çoğunluğun" meşru görmediğine inandığı devlet sanatçılarına karşı tasfiyeci bir tutum geliştiriyor. Bin dereden su getiren argümanlar, manifestolar kaplıyor dört bir yanı. Siz deseniz ki: "Yahu yapmayın, sanatla sahici bir bağ kurmadınız, şimdi nedir bu sanatta da son sözü ben söylerim iddiası?" Taa derinden gelecek cevap şu: "Siz de bu ülkenin inancı ve değerleriyle sahici bir bağ kurmadınız, ama nasıl inanıp nasıl yaşayacağımız konusunda son sözü hep siz söylediniz. O iddia ne idiyse, bugünkü de o."
*
Muhafazakârların adaletin bekleme odasında kaldığı süre, makul olandan çok fazlaydı. Köprüden önceki son çıkış yeri 90'ların sonuydu. O imkân 28 Şubat ile heba edilirken adalet, uzun sürecek bir tatile çıkmıştı. Döndüğünde bazı şeyler için geç kalınmıştı.
Alınan ders: Adaletin geciktiği her saniye rövanşizm yoluna bir taş daha ekleniyor. Geciken adalet, son kullanma tarihi geçmiş bir hakkaniyetle geliyor. Bu da, Osman Can'ın söylediği gibi, tekrar edelim: "Toplum lehine olan bir şey değil... "