Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yaklaşık bir hafta kadar Londra’da kaldım. Önce Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün yaptığı ‘Çatışma Süreçlerinde Kadının Rolü’ başlıklı toplantısına katıldım, sonra da bu güzel şehri izlemek için sokaklarında parklarında üç gün geçirdim. Biz dünyanın çeşitli yerlerindeki şiddet ve çatışmayı durduran sağaltan kadınların arabuluculuk rollerinden örnekleri ele alırken Türkiye’deki bazı sözde milli ve yerli erkekler 6284 sayılı yasa, 'İstanbul Sözleşmesi' bağlamında, kadına karşı şiddeti engellemeyi amaçlayan düzenlemeleri savundukları için Kezban Hatemi ve Prf.Dr. Aşkın Asan’ı acımasızca linç ediyorlardı. Kezban ve Aşkın Hanımlar sadece aile içi şiddetin önlenmesi ile ilgili çalışmalarda değil, toplumsal ve politik şiddetin önlenmesiyle ve çatışma çözümüyle ilgili girişimlerde rol alıyorlar. Her ikisi de anne. Sonra bir de ne göreyim, bir baktım Hatemi ve Asan’ı İstanbul Sözleşmesi üzerinden tel’in eden adamlar Diyarbakır HDP binası önünde eylem yapan Hacire Ana’yı sergilediği cesaretten dolayı tebrik ediyor. “Analar ağlamasın” deyip, “PKK ve HDP dağa çıkardığı çocukları geri versin! Şiddet dursun!” diyerek şiddete ve teröre karşı duruş sergiliyorlar.

        İlginç değil mi?

        Hacire Ana’nın oğlunu kurtarmasını kutlayan ve kendilerini ‘yerli milli dindar’ olarak tanımlayan bir grup, hiçbir kadın ve hiçbir anne ağlamasın diye çalışan kadınları linç etmekte sakınca görmüyor.

        Hoş, galiba çok da şaşırtıcı değil.

        Şiddetin bölünmez bir bütünlüğü olduğunu akledemeyen, anneliğin bölünmezliğini korumanın elzem olduğunu nasıl bilsin?

        “ANALAR AĞLAMASIN”DAN SENİN ANAN-BENİM ANAM’A MI GELDİK?

        Kayda geçirelim ki Hacire Akar’ın 4 günlük nöbeti ve direnişi sonucunda oğlunu almayı başarabilmesi bir zaferdir. Aynı zamanda, çatışma süreçlerinde kadının annelikten ileri gelen gücünü gösteren mahiyette çok değerli bir örnektir.

        Nitekim oğullarından birini PKK’ya kurban veren ve nihayet direne direne diğer oğlunu kurtarabilen Hacire Hanım’a sonra Fevziye Hanım katıldı. Derken Remziye, Ayşegül ve Fatma Analar.

        Ancak ne acıdır ki onların bu taleplerine de çamur atmaya çalışanlar oldu. Zira bu kez de ‘diğer taraf’tan birileri çıktı ve "Kayyum rezaletini örtmek için devlet bu kadınları yönlendiriyor" dedi. “Hem Hacire Ana anaydı da, Cumartesi Anneleri ana değil miydi?” diye eklediler.

        Ne büyük düşüncesizlik…

        Hemen ifade edeyim ki, benim cevabım belli:

        Elbette Cumartesi Anneleri ‘anne’dir. Onların acıları da saygıya değerdir.

        Öte yandan velev ki, devlet adres gösteriyor olsun, değil mi ki kimi yetişkin olmayan binlerce çocuk dağda, PKK’nın elindedir; Hacire Analar, Fevziye Analar, Remziye Anaların direnişi haktır ve yerden göğe haklıdır. Kalkıp da "Şunlar devrimin anaları, dolayısıyla ‘makbul analar’, ama diğerleri ‘devletin anaları’, yani makbul değiller, onların ki sayılmaz" diyemezsiniz. Ama tersini de diyemezsiniz. Nasıl ki, resmi ideolojinin bu ülkenin başında dolandırdığı ‘makbul vatandaş’ tarifine yıllarca karşı koyduk, şimdi de "Şu şu kişileri doğuranlara ana filan denmez" türündeki hoyratlıklara itibar edecek değiliz.

        Senin anan-benim anam dikotomisi analığın layüsel gemisine su aldırır. Oysa siyaset üstü ve aşkın bir makam olarak ona ihtiyacımız var.

        Gençleri namluya sürülecek mermi olarak görmekten kaçınmayan süreçlerde en çok zararı gençler görürken, isimlerini büyük büyük davaların yanında yazdırmamış, sadece ‘evlat acısı’ çekmiş ya da çekmekten korkan kadınlar çeker çünkü.

        Kadınları ve en çok da anneleri, herkesin altında toplanacağı bir çatı olarak konumlandırmak, insani ve vicdani bir yaklaşamın anahtarı olabilir; ‘senin anan’ ‘benim anam’ ayrımı yapmak ise daha çok böler, parçalar ve polarize eder.

        Bakın, 2013 yılında bir devlet kararıyla Kürt sorununda şiddetin durmasını amaçlayan çözüm sürecinde en çok öne çıkan slogandı “Analar ağlamasın”.

        Benim de üyesi olduğum Akil İnsanlar Heyeti, gittiği şehirlerde kimi zaman pek çok sorun yaşadı. Tartışmalar oldu. Ama ‘ana’ sözcüğünün sağaltıcı iklimi tartışmaları bitirirdi.

        Tüm zorluklarına rağmen, kadın ve ‘anne’ mefhumunun bütünlüğüne halel gelmemesini sağlamalıyız. Zira, savaşan erkekler ve ‘erk’ler yorulup da gururlarından silah bırakamadıklarında, beyaz bayrakları taşıyan yahut beyaz yemenilere bürünen kadınların, bedel ödemiş annelerin dokunuşlarına ihtiyaç duyacaksınız. Çünkü evlatlarını kaybetmiş anneleri birbirine bağlayan bir köprü vardır. Belki hemen değil, ama zamanı geldiğinde, o köprüden geçerek gidilecek huzur ve dinginliğe.

        O tarafa, bu tarafa değil, her tarafa hatırlatma gereği duyuyorum: Köprüyü yıkmayın.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar