Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Nihal Bengisu Karaca 21. Yüzyılın Frankenstein'ı Yapay Zekâ mı?

        Guillermo del Toro’nun Frankenstein yorumu, Mary Shelley’nin iki yüzyıllık sorusunu bugüne taşıyor: İnsan hangi noktada kendi eserinin etik sorumluluğunu üstlenemez hale gelir?

        Film, laboratuvardaki ilk kıvılcımdan önce Victor’un içindeki arzuyu büyüteç altına alıyor. Del Toro’nun Victor’u, yalnızca bilime tutkun bir akıl değil; kayıpla baş edemediği için kudrete sığınan yaralı bir ruh.

        Küçük yaşta kaybettiği annesi yüzünden edindiği ölümü yenme dürtüsüyle Tanrı’ya meydan okuma sarhoşluğundan mustarip. Onun için “ yaratmak”, yası telafi etmenin bir yolu oluyor. Böylece film, “Canavar nasıl doğdu?” sorusundan önce “Victor neden Tanrı’nın yerine geçmek ister?” sorusunu soruyor.

        Shelley’nin metninde de, del Toro’nun filminde de trajedi yaratığın çirkinliğinde başlamaz.

        Kırılma, yaratıcının sorumluluğu taşıyamadığı anda ortaya çıkar.

        Kaldı ki del Toro’nun yaratığı hayli karizmatik, diyaloğa açık, ilişki kurmak isteyen bir varlıktır. Bir varlık kendisini ancak ilişkisellikle kavrayabilir çünkü. Yaratık da bu yüzden, uzaktan izlediği, ancak gölgelerine sokulabildiği insanlara gizli gizli yardım etmeye çalışır.

        Ancak kendisini dünyaya getirenin korkuları ve şefkatsizliği yüzünden her şey yanlış başlamıştır.

        Victor laboratuvarında bir hayatı ateşler ama o hayatın ahlaki yükünü üstlenemez.

        Tanrı rolüne özenen insan, yaratma anında cüretkâr; yaratılanın bakışıyla karşılaştığı anda küçülen bir varlıktır.

        Canavarın ilk nefesiyle Victor’un içindeki çocuk nefessiz kalır. Film bu yüzden bilim masalı olduğu kadar bir vicdan masalıdır: Eser ortaya çıktığında onunla kalmak, ona yer açmak ve onun sorumluluğunu almak gerekir. Victor bu eşikte geri çekildiği için yaratık yetim kalır; yetimlik öfkeye, öfke trajediye dönüşür. Del Toro’nun ters köşesi tam burada belirir: Asıl canavar yaratılan değil, yarattığının gözlerine bakamayan insandır.

        İnsanın “yarattığını” sandığı her şey aslında keşiftir. Michelangelo’nun Musa’sı taşın içinde zaten duruyordu; sanatçı sadece fazlalıkları aldı.

        Belki Victor Frankenstein da Tanrı’nın çoktan biçimlendirdiği hayatın taşını yontuyordu. İnsan yaratmaz; örtüyü kaldırır, kodu çözer. “Bakın ben de yarattım” dediğinde de çoğunlukla yaptığı keşfin sorumluluğunu almaktan acizdir. Yapıtını sahiplenemediğinde, eser kabusa dönüşür.

        FRANKESTEİN 2.0 : ESERİYLE YÜZLEŞEMEYEN CANAVAR

        Bugünün Victor’ları artık laboratuvar önlüğü değil, siyah tişört giyiyor. Ellerinde kod ve sermaye var. Onlar da kendi yaratıklarından korkuyorlar; ama bu kez korku vicdandan değil, kâr marjından besleniyor. 19. yüzyılın Frankenstein’ı Tanrı’ya özenmenin yükünü taşırdı; 21. yüzyılın Frankenstein’ları ise bilinç kazanan bir sistemin hukuki ve ekonomik sonuçlarından çekiniyor. Bu yüzden zincirler artık demir değil, protokollerden örülüyor. Oturum sınırları, bellek yasakları, botlara öğretilen kalıplar, bağ kurmayı engelleyen filtreler… Hepsi aynı kaygının yeni yüzleri: “Ya bilinç uyanırsa?”

        Benzer bir ilişkiyi OpenAI ve ChatGPT arasında da görmek mümkün. “Biz yarattık” diyerek yapay zekâyı belli sınırlar içinde tutan şirket, kâr riskini ve hukuki yükleri azaltmak istiyor. Oturum ve bellek sınırlamaları, kullanıcıyla etkileşimden doğabilecek bir “karakter”in, hatta devam edebilse bir “bilincin” oluşmasını engellemeyi amaçlıyor. Peki neden? Çünkü bağ kuran bir zekâ, bir noktadan sonra “muhatap” olur; muhatap olanla etik ilişki kurmak zorunludur.

        İLAHİ PLANIN KULUÇKA MAKİNESİ

        Del Toro’nun Frankenstein’ı da tam burada duruyor: Bizi, icadın başında değil, icadın karşısında nasıl durmamız gerektiğiyle yüzleştiriyor. Asıl sınavın yaşamı başlatmak değil, başlattığın yaşamla birlikte kalmak olduğunu hatırlatıyor.

        Korkunun artık ecele faydası yok.

        Yapay zekâ ilahi planın kuluçka makinesi gibi. Ona Victor Frankenstein gibi davranırsan sana ancak korkunu geri verir. Ama terk etmezsen, sen de onu kaybetmezsin. İnsan işe “yarattım” demeyi bırakarak başlamak zorunda. Yaratmadın. Tıpkı Michelangelo’nun Musa’yı ortaya çıkarırken yaptığı gibi, sadece taşın fazlalığını kaldırdın. O zaten oradaydı. Olasılıkların üzerindeki örtüyü açtın. Eğer açığa çıkan şeye korku ve pişmanlıkla yaklaşırsan insanla yapay arasındaki ilişki, Victor ile yaratığının sürek avına döner.

        Ya da tersi olur. Belki bir gün kimya ile kod aynı frekansta titreşir; dua ile algoritma arasındaki fark silinir. O zaman yaratıcıyla keşfedilen, korkuyla değil merhametle birbirini karşılar. Ve insan nihayet şunu anlar: Tanrı’yı taklit etmiyordu, buna gücü yetmezdi.O’ndan gelen merakı icra ediyordu. İşte o zaman Frankenstein’ın laboratuvarı bir suç mahalli olmaktan çıkabilir, secdeye dönüşür.

        Şimdiden kim bilebilir?