Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BU hafta, Türkiye'de son senelerde giderek yoğunlaştığı farkedilen tartışmalara sebep olan bir olayın 90. yıldönümüdür: Hilâfetin kaldırılmasının yıldönümü...

        Türkiye Büyük Millet Meclisi, 3 Mart 1924'te kabul ettiği 431 sayılı kanun ile halifeliği kaldırmış, padişahlara ait bütün gayrımenkuller ile "tâcın malı" olan "hazine-i hassa"yı ve sarayları millete intikal ettirmiş ve son halife Abdülmecid Efendi ailesi ile beraber hemen o gece Türkiye sınırları dışına çıkartılmıştı. Osmanlı Hanedanı'nın bütün mensupları da sonraki on gün içerisinde Türkiye'den sınırdışı edildiler ve memlekete dönme izni hanedanın kadınlarına 28, erkeklerine de ancak 50 sene sonra verildi.

        Aradan geçen bu 90 yıl zarfında Türkiye'de bir "hanedan" yani "monarşi" tartışması hiç yaşanmadı, ama hilâfet meselesi bazı gruplar tarafından her zaman gündemde tutuldu. Cumhuriyet'in ilk senelerinde dar muhitlerde dile getirilen bu hasret son 15-20 yıl içerisinde yüksek sesle ve geniş çevrelerde telâffuz edilir oldu. Şimdilerde ise hilâfet müessesesinin İslâm'ın emri olduğundan tutun yeniden ve ne şekilde hayat bulması gerektiğine, hattâ bu makama geçebilecek liyakate sahip olanların kim olduklarına kadar türlü türlü hayaller görülüyor.

        MÜSLÜMAN DÜŞMANLARIMIZ

        Türkiye, hilâfet müessesesini imparatorluk devrinde sadece bir defa, Birinci Dünya Savaşı'na girdiği sırada kullanmış, zamanın padişahı Sultan Reşad "halife" olarak "cihad" ilân etmişti. Netice ise mâlûm: Cihad fetvası Hindistan ve Afrika taraflarındaki birkaç küçük grubun haricinde İslam dünyasında hiçbir tesir yapmadı, savaştığımız müttefikler Müslüman sömürgelerinden topladıkları askerleri cephelere sürdüler, Çanakkale'de, Basra'da ve daha birkaç cephede Müslüman "düşmanlar" ile savaştık. Hattâ, mütarekenin ardından işgale uğrayan İstanbul'da en büyük rezaletlere Fransızlar'ın Senegal'den getirdikleri Müslüman askerler sebep oldular!

        Hilâfet kurumu, geçmişte üç temel üzerinde bina edilmişti: Devlet, kılıç ve "bey'at"; yani bir devletin başında olmak, güce sahip bulunmak ve Sünnî dünyası tarafından tanınmak, hilâfetin kabul ve tasdik edilerek bağlılık beyanı alınması...

        Türkiye'nin 1924 Mart'ında halifeliği kaldırmasının ardından hilâfetin başka bir yerde yeniden tesis edilebilmesi için İslam dünyasının dört bir yanında peşpeşe kongreler tertip edildi, toplantılar yapıldı, mesele defalarca ele alınıp tartışıldı ama sonuç hep "hiç" oldu. Aslında "saltanat" demek olan hilâfetmakamına kimin geçmesi gerektiği konusunda bir türlü anlaşmaya varılamadı ve "bey'at", yani bağlılık tartışmaları yüzünden hayaller bir türlü gerçeğe dönemedi...

        ÇOK ÖNEMLİ BİR YAYIN

        Burada, hilâfet konusunda Hindistan'da bundan birkaç ay önce yayınlanan çok önemli bir toplu çalışmanın kapak fotoğrafını görüyorsunuz. Hilâfet meselesine "gönül yolu ile" değil, "bilimsel" şekilde eğilen uzmanlar, kaleme aldıkları makalelerde İslâm dünyasının konuya bugün nasıl baktığını anlatıyor ve şaşırtıcı örnekler veriyorlar.

        Merak edenler bu kitabı temin edip okudukları takdirde hilâfetin kaldırılmasına en fazla karşı çıkan İslamî grupların başında gelen Hindistan Müslümanları'nın zamanla nasıl fikir değiştirdiklerini, Suudiler'in Osmanlı hilâfetini niçin bir "emperyalist vasıta" olarak gördüklerini, Mısır uleması arasında "hilâfetin dinde yerinin olmadığı" şeklinde yaşanan tartışmaları ve hattâ Arap memleketlerinde bu konuda çekilen ama bizim haberdar olmadığımız bazı TVdizilerinin mevcudiyetini öğrenir, senelerden buyana hilâfet ruyaları görenlerin bazıları uykularından bir ihtimal uyanabilirler.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar