Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1979 Şubat’ının ilk günü Tahran’ın Mehrâbâd Havaalanı’nda geceyarısından itibaren toplanmaya başlamış yüzbinlerce, belki de bir-iki milyon kişi Fransa’dan gelecek uçağı bekliyordu.

        Paris’ten sabahın erken saatlerinde havalanan Fransız Havayolları Air France’a ait 4721 sefer sayılı uçak, saat dokuzda Mehrâbâd’a indi.

        Kırk dakikalık bir bekleyişten sonra beyaz sakallı, siyah cübbeli ve siyah sarıklı yaşlı adam uçağın kapısında göründüğü anda yer yerinden oynadı. Yaşlı adam bir Fransız havayolu görevlisinin desteği ile uçağın merdivenlerinden inerken meydanda artık kıyamet kopuyor; etraf sloganlarla ve haykırışlarla inliyordu.

        “Hoşgeldin” diye haykıranlar sadece erkeklerden ibaret değildi; mini etekli genç kızlar, başları açık kadınlar da sevinç çığlıkları atıyorlardı.

        İran’ın sonraki on sene boyunca tek hâkimi olan Ayetullah Humeynî, senelerdir yaşadığı sürgünden Tahran’a 1 Şubat 1979 sabahı böyle bir bayram havası içerisinde döndü. Havaalanından doğruca Beheşt-i Zehra Mezarlığı’na gitti ve orada meşhur konuşmasını yaptı...

        Humeynî’nin dönüşünün şenlik gibi kutlanmasının başta gelen sebebi İranlılar'ın Şah idaresinden artık illâllah demeleri, Şah’ın gizli servisi SAVAK’ın insanlık dışı baskıları, erkek ve kız öğrencilerin gördüğü eziyetler ve hepsinin ötesinde ülkede senelerdir yaşanan karışıklıkların artık son bulması isteği idi. Özel hayatlarını Şah zamanında geniş bir serbestlik içerisinde yaşayan şehirli gençler ve Batılı hayat tarzını benimsemiş kızlarla kadınlar bile Humeynî’yi Şah Pehlevî’ye tercih eder hâle gelmişlerdi. Dinî lideri havaalanında coşku içerisinde karşılarlarken, özgürlük beklentisi içerisinde idiler.

        REKLAM

        Birkaç gün sonra, daha serbest bir hayat şeklini hayal eden İranlılar tam bir hayal kırıklığına uğradılar: İran’da “İslâm Cumhuriyeti” ilân edildi. Humeynî, “İslâmî hayat tarzına dönülmesini” emretti; her türlü alkollü içki ve kadınların dışarıda başları açık şekilde dolaşmaları yasaklandı, ardından da Şah zamanının önde gelenleri sıra sıra idam edildiler!

        Sansasyonel haberlere zaten meraklı olan basınımız, yanıbaşımızdaki İran’da meydana gelen büyük değişikliği o günlerde sadece alkol, başörtüsü ve idam çerçevesinde ele aldı. Gazetelerin ilk sayfalarında büyük otellerde yüzlerce, binlerce şişe içkinin lavabolara dökülürken çekilen fotoğrafları kullanıldı, hattâ bundan nasıl esef duyulduğu bile hissettirildi. Sonra, ilk sayfalarda bol bol ceset resimlerine yer verildi ve derken mesele “Başlarını örtmeye mecbur bırakılan İranlı kadınların çektikleri acılara” odaklandı. Hattâ, Şah’ın en yakınlarından olan sabık başbakan Amir Abbas Huveyda’nın 7 Nisan 1979’da Tahran’daki Kasr Hapishanesi’nde kurşuna dizilmesinden sonra çekilmiş fotoğraflarını ilk önce yayınlayabilmek için gazetelerin birbirleri ile nasıl yarıştıklarını çok iyi hatırlarım...

        Bütün bunlar hakikaten çok acı hadiselerdi, hayalleri boşa çıkan İranlı kadınlar ile gençlerin yaşadıkları şaşkınlığın ve çektikleri ıztırabın haddi-hesabı yoktu. Tahran kan gölüne dönmüştü ve olup bitenlerin gazetelerin ilk sayfalarında büyük fotoğraflarla yeralması da gayet tabii idi...

        Ama ortada çok daha önemli bir vâkıa vardı: İran’da ve dolayısı ile Ortadoğu’da bütün dengeler ve herşey baştan aşağı değişiyordu. Doğu komşumuz İran bambaşka bir kimliğe bürünmüştü, o günlerde uygulamaya koyduğu “devrim ihracı” politikası öncelikle Türkiye’yi alâkadar ediyordu ama basınımız bu gibi önemli değişikliklere Tahran’a giden bir-iki Türk gazeteci dışında dikkat çekmeyi pek düşünemedi. Türk gazeteleri İran’daki değişimi “içki yasağı, başörtüsü mecburiyeti, idam” ve “kırbaç” ile sınırlanmış bir magazin haberi çerçevesinden ve başlıklarda da mutlaka “molla” ifadesini kullanarak naklettiler.

        REKLAM

        “BÜYÜK OYUN”UN SON SAHNESİ

        Gazetelerimiz ve TV’lerimiz bugün Afganistan meselesine de aynı çerçeveden bakıyor, basınımız Kâbil’deki hadiseleri İran’da 1979’dan sonra yaşananları nasıl nakletti ise yine o şekilde şekilde anlatıyor.

        Afgan kadınının uğradığı ve uğraması muhtemel eziyetleri duyurmak, Tâlibân’ın devr-i sabık yaratma ihtimali, dökülen yahut dökülecek kanlar tabii ki önemli ve duyurulması şart olan nâhoş hadiselerdir ama bütün bunların ardında çok önemli bir başka mesele vardır: Afganistan’ın bölgeyi tamamen değiştirecek bir hal alması ve bu değişikliğin mültecisinden stratejik konulara kadar bizi de yakından ilgilendirmesi...

        Batı’nın Afganistan ile Orta Asya üzerine 1800’lerin ortalarından buyana oynadığı “Great Game”in, yani “Büyük Oyun”un artık yepyeni bir sahnesi başladı ve sahnede şimdilik figüran olsak bile biz de varız...

        Bitmek bilmeyen bu “Büyük Oyun” macerasını bir sonraki yazımda anlatacağım...

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar