Suriyeliler
Taksim Meydanı’nda yılbaşı gecesi Özgür Suriye Ordusu’nun bayrağını açtılar diye Suriyeli mültecilerin aleyhinde demediğimizi bırakmıyoruz…
Ama ortada öyle tartışma falan değil, “Suriyeliler dışarı!” haykırışları var! Gerçi vaziyeti makul şekilde değerlendirip aklıbaşında söz edenler az da olsa mevcut fakat ekseriyet “Gitsinler de gitsinler!” diye tutturmuş halde…
Suriyeli mülteciler bahsi “Gitsinler”, “İstemezük”, “Her taraf Arapça tabelâyla doldu” yahut “Eh, madem geldiler, kalsınlar bâri!” gibisinden apar-topar edilen sözlerden çok daha derindir ve işin içerisinde öncelikle bir “sorumluluk” meselesi vardır…
Üstelik, bu sorumluluk bize aittir: “Namazı Şam’daki Emevi Camii’nde kılma” hayallerine dalıp zaten fokur fokur kaynayan bir memleketteki karmaşaya müdahale ederek işleri daha da içinden çıkılmaz hâle getirirseniz, mülteci akınına uğramanız gayet tabiidir; gelişlerin sorumluluğu da bu işin aktörlerine ve bu arada da bize aittir!
Meselenin pek hatırlamadığımızbir başka tarafı daha var: Asırlardan buyana “mülteci cenneti” olan bir memlekette yaşıyoruz, üstelik neredeyse hepimiz birkaç asır öncesinin mültecisiyiz, yani yurt edindiğimiz Anadolu’ya yüzyıllar boyunca dalgalar halinde gelip yerleşmiş olanların nesliyiz!
Bu topraklar mülteci cenneti olma özelliğini bizden sonra da aynen muhafaza etti… Vakti zamanında Avrupa birbirine girince Polonyalılar iltica ettiler, aramızda arada bir Macarları gördük, hattâ İsveçliler başlarındaki kralları ile beraber bize sığındılar, Balkan bozgunu gibi anlatılması bile artık çok zor olan bir faciaya uğramamız üzerine evlerini kaybetmiş yüzbinlerce dindaşımız geldi, İstanbul dünya harbi senelerinde de yine yüzbinlerce Beyaz Rus ile beraber tarihinin en büyük mülteci akınına uğradık, Mübadele’de de gidilip gelindi ve seneler sonra Asya’nın değişik yerlerindeki soydaşlarımızı kabul ettik…
Türkiye gibi imparatorluk geçmişi olan memleketlerin, sınırların değişmesinden sonra da vakti zamanında toprağı olan bugünün genç ülkelerinde yaşayanların akınına uğraması tuhaf değildir ve asıl tuhaflık beklenmedik bir gelişmenin vukuunda mülteci akınlarının görülmemesidir. Hele, İstanbul gibi geçmişte payitahtlık etmiş büyük bir metropolün mülteciler beldesi hâlini almasında da öyle gariplik aramamak gerekir!
“İstanbul’un bazı mahallelerinde artık sadece Arapça tabelâlar var; buralarda Türkçe işitilmez oldu” diye yakınanların böyle sözler etmeden önce benzer metropollerin yabancılarla meskûn semtleri, meselâ, Londra’da Araplar’ın nargile mekânı hâline getirdikleri ve İngilizce’nin neredeyse işitilmediği Marble Arc, Paris’te Fransızca dışında hemen her dilin konuşulduğu La Courneuve gibi banliyöler ve New York’un Çin Mahallesi gibi yerler hakkında bilgi sahibi olmaları gerekir.
Arkadaşlar anlattılar: Birkaç ay önce, Suriyeliler meselesi henüz yeni yeni tartışılırken, bir gazeteci zamanın Turizm Bakanı’na “Turist sayısında Ortadoğu ülkelerinden gelenlerin oranının artması konusunda ne düşündüğünü” sormuş; Bakan Bey nazik insanmış ve “Biz turistin milliyeti ile ilgilenmiyoruz” meâlinde cevap vermiş…
Bakan Bey’in yerinde ben olsaydım “Aynaya baktığında bir İngiliz lordu yahut Fransız senyörü mü görüyorsun?” derdim!
ALMANYA’DAKİ TÜRKLER GİBİ…
Ama bütün bunlar olup biterken “Geldiler, yerleştiler, artık olan oldu” deyip elimiz-kolumuz bağlı oturmamızın da mânâsı yok…
Evlerini-barklarını geride bırakıp buralarda sürünmelerinde bizim de payımızın bulunduğu bu insanları ateş deryâsı olan memleketlerine ölmeye gönderemeyeceğimize göre, kalacak olan çoğunluğu sisteme dahil etmenin çareleri üzerinde ciddî şekilde durmamız gerekir.
1960’ların Almanyası’nı hatırlayın! Dünya savaşından perişan vaziyette çıkmış olan memleket bölünmüş, Batı Almanya büyük bir kalkınma hamlesi başlatmıştı ama Almanlar bazı işlerden ısrarla kaçınıyor, bunları başkalarınınyapmasını istiyorlardı.
Alman kalkınmasındaki işgücü açığını yabancı işçiler, özellikle de biz doldurduk!
Türkiye’de bugünün şartları o zamanın Almanya’sı ile aynı olmasa da bir benzerlik var ve ara mesleklerde, özellikle de değişik zanaatlerde artık geniş bir işgücü açığı mevcut. İşsizlik oranı gerçi düşük değil ama birçok mesleğe burun kıvırıyoruz, zanaatkârlık gün geçtikçe kayboluyor, esnafın çırak bulması imkânsız gibi oldu ve gençliğimiz basit değil, havalı kariyer peşinde…
Türkiye’deki Suriyeliler, Almanya’nın kalkınmasında bizim oynadığımız rolün buradaki benzeri için biçilmiş kaftan gibidirler! Onlardan ekonomik istifadenin yanısıra milyonlarcasının bundan böyle zaten burada kalacaklarını peşinen kabul ederek uyum sağlamalarının yolları üzerinde çalıştığımız takdirde son günlerin tehlikeli tartışması kendiliğinden ortadan kalkar.
Mülteciler meselesinde aslında şanslı bile sayılırız; zira Suriyeliler, Arap dünyasının en uyumlu halklarındandır. Aralarından hadise çıkartıp sosyal tepki yaratacak olanları tabii ki çıkacaktır ama emin olun, şimdi bizimle beraber yaşayan milyonlarca mülteci Suriye’den değil de komşumuz olan diğer Arap memleketinden gelmiş olsa idi, asıl gümbürtü işte o zaman kopardı!