Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Geçen hafta Tvnet’te Ayşe Böhürler’in “Türk Kahvesi” isimli programına konuk oldum.

        Söz bir ara Ankara’nın 1920’li senelerde Topkapı Sarayı’ndaki mücevherleri satma teşebbüsüne geldi. Böyle bir girişimin hakikaten yapıldığını ve satışın Fransız Hükümeti’nin araya girmesi ile mümkün olamadığını söyledim, sonra da “Hazine, Fransızlar’ın sayesinde bugün çok şükür yerinde duruyor” dedim…

        Derken, konuyu bilen-bilmeyen zevat sosyal medyada ahkâm kesmeye başladı! Ne “yalan söylediğimi” bıraktılar, ve “Cumhuriyet düşmanı” olduğumu, ne de “Bu sözleri bir yerlere yaranmak maksadı ile” ettiğimi…

        Geçmişte olup bitenleri öğrenmemiz ama bunu yaparken tarihi bir didişme ve geçmişle hesaplaşma vasıtası yapmamamız gerektiğini de söyleyerek bundan 91 sene önce maalesef yaşanmış olan hadiseyi hatırlatıyorum ama birileri çıkıyor ve söylediklerimi “Cumhuriyet düşmanlığı” yahut “Bir yerlere yaranmak” gibi göstermeye çalışıyor!

        Bu şekilde davranmalarının tek bir sebebi vardır: Meseleyi bilmemek, öğrenmeye de lüzum hissetmemek ve büründükleri sultanî tembellikten sıyrılmadan işin kolayına kaçıp muhatabı yaftalamak!

        Türkiye’de maalesef senelerden buyana hep böyle yapılıyor!

        ÇATIR ÇATIR PARÇALADILAR!

        İlk defa bundan 20 küsur sene önce yazdığım ve sonraları birkaç defa tekrar ettiğim bu mücevher satışı macerasının ayrıntılarını şimdi tekrar anlatayım:

        Paris’in önde gelen mücevher şirketlerinden Rozanes, 1927 ilkbaharında Türkiye’nin Paris Büyükelçisi Fethi Bey’den, yani Fethi Okyar’dan tuhaf bir teklif aldı: Büyükelçi, “İstanbul saraylarında padişahlar zamanından kalan mücevherleri satmak istiyoruz. Bu satıştan elde edilecek gelir memleketin kalkınmasına sarfedilecek. Lütfen en iyi uzmanlarınızdan birini mücevherlerin değer tesbitini yapması için Türkiye’ye gönderin” diyordu…

        Türkiye’nin böyle bir girişimde bulunmasının iki sebebi vardı: “Bedelleri millet işlerine harcanmak maksadıyla”, yani mücevherleri elden çıkartarak yeni kurulan ama fakir olan devlete gelir sağlama ve bu arada eski rejimden kalma ne varsa unutturma çabası…

        Şirketin sahibi Mösyö Rozanes, hemen Robert Linzler adında bir uzmanı Türkiye’ye yolladı ve Fransız Dışişleri Bakanlığı’nı da tekliften haberdar etti: Bakanlığa bir yazı gönderip “Bu işin siyasi tarafı var. Biz mücevherlerin kaç para edeceğini hesaplarken siz de işin o tarafıyla alâkadar olun” dedi…

        Topkapı Sarayı’ndaki hazinelerin en önemli parçaları o sırada Ankara’ya nakledilerek kasalara konmuş, daha sonra Dolmabahçe Sarayı’ndan da bazı kıymetli eşya yine Ankara’ya götürülmüştü…

        Kıymet takdiri için Türkiye’ye gönderilen Robert Linzler’in ilk işi, 3 kilo 277 gram ağırlığındaki yekpare zümrüdün gerçek olup olmadığını anlayabilmek maksadıyla taşın bir parçasını kırmak, sonra da kırılan parçalardan bazılarını Paris’e gönderip analiz yaptırmak oldu ve zümrüt gerçek çıktı!

        Robert Linzler hazırladığı raporlarda mücevherlerin ince birer sanat eseri olduklarını söyleyip Fransız Frangı üzerinden fiyatlarını da takdir etti: Avrupa’da mezata konmaları halinde en az 300 milyon Frank edeceklerdi.

        Zümrütün parçalanmasının ve Paris’e tahlil edilmesinin masrafını Türkiye ödedi: Bakanlar Kurulu, 24 Haziran 1928’te dokuz bin frank karşılığı 693 liranın bütçenin ayrı bir kaleminden Fransa’ya gönderilmesine karar verdi.

        Paris, artık ellerini ovuşturmaktaydı ve yazışmalarda “Rus Çarı’nın hazinelerini İngilizler’e kaptırmıştık ama Türk hazineleri bize kalacak. Bu işten iyi para kazanacağız” gibisinden ifadeler vardı.

        Ankara, satış görüşmeleri devam ederken 24 Ekim 1928’de Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan saraylarda muhafaza edilen hazineler hakkında gayet radikal bir karar verdi: Bakanlar Kurulu bazı mücevherlerin altın para karşılığında satılabileceğini kararlaştırdı ve satış konusunda Maarif Vekâleti’ni yetkilendirdi!

        Kararnamede, mücevherlerin satış şartları dört madde hâlinde sıralanıyordu:

        • Tarihî kıymeti olmayan mücevherler satılabilecekti.
        • Satış, madenî altın karşılığında olacaktı.
        • Eserlerin tarihî kıymetini Maarif Vekâleti belirleyecek ve hükümet tasdik edecekti.
        • Maarif Vekâleti, bu esaslar çerçevesinde gereken herşeyi yapmaya yetkili idi ve kıymet takdirinin neticeleri ile her satışın kesinlik kazanmasından önce, hükümeti bilgilendirecekti.

        VÂRİSLERDEN ÇEKİNDİLER

        Aynı günlerde Fransız Dışişleri Bakanı Aristide Briand, İstanbul’daki maslahatgüzar Brugere ve mücevherci Rozanes mücevherler hakkında birbirlerine sayfalar dolusu mektuplar göndermekteydi...

        Herşey tamamlandı ve sıra satışın yapılmasına geldi; Fransa, Türkiye’den mücevherlerin kime ait olduğunu, hangi isimle satılacağını sordular ama Paris’teki Türk Büyükelçisi Fethi Bey “Bunlar padişahlara, çoğu da İkinci Abdülhamid’e aittir” cevabını verince işler karıştı. Fransızlar arasında yeniden bir yazışma trafiği başladı. Bu defa “Abdülhamid’in varisleri bizi dava etmeye kalkarlar, davayı kazanırlar ve bütün para elimizden gider. Bir yol bulmalıyız” deniyordu…

        Düşünüldü, taşınıldı ama çözüm bir türlü bulunamadı! Paris, satışın bir rezaletle bitebileceğini ve atılacak her adımın padişahların vârislerinin işine yarayacağını farketmişti. Ankara’ya 1928 yazında gönderilen son mesajda “Biz bu işten vazgeçiyoruz, siz de vazgeçin. Zira satış yapılması hâlinde padişahların vârisleri mahkemeye gidip herşeye el koydururlar” deniyordu.

        Hazinenin satışı Fransızlar sayesinde işte böyle engellenmiş ama mücevherlerin macerası daha bitmemişti…

        Bakanlar Kurulu kararları ile Topkapı Sarayı’ndan alınıp satış maksadıyla Ankara’ya nakledilen mücevherler her nasılsa kondukları kasalarda unutuldular. Mevcudiyetlerinin farkına 1951 ilkbaharında varıldı ve hazine ait olduğu yere, yani Topkapı Sarayı’na çok daha sonra dönebildi!

        Apayrı ve traji-komik bir hadise olan bu “kasalardaki mücevherler” konusunu da bir başka zaman anlatırım…

        “TARİH” DEMEK, “BELGE” DEMEKTİR!

        Şimdi, küçük bir hatırlatma yapayım:

        Bugüne kadar tarih konusunda yazdığım herşeyi mutlaka belgeye dayandırdım; belgesiz hiçbirşey yazmadım; şayet ortalıkta yoğun şekilde dolaşan söylentilerden bahsettim ise, söylentilerin kaynağını da her zaman gösterdim!

        Aşağıda, Topkapı Sarayı’ndaki hazinelerin satış girişimi ile ilgili belgelerden bazlarına yer veriyorum: Arşivlerimizin yanısıra Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi’nin “Levant” kısmında E.349’dan sonraki seride, özellikle de 171 ile 178 numaralar arasında bulunan ve kopyelerini geçen sene gidip bizzat aldığım belgelerden birkaçına…

        Geçen hafta TV’de hazinelerin satışı teşebbüsünü hatırlatmama karşı düşünmeden, bilmeden ve okumadan mutlaka bir cevap vermeye kalkışan ve bana “Cumhuriyet düşmanlığı yapıyor, uyduruyor, yalan söylüyor, böyle bir şey olmamıştır” diyenler yayınladığım bu belgeleri görüp belki hicap duyar ve birşeyler öğrenebilirler ama nerdeeee?

        Zira, “Kişiyi nasıl bilirsin, kendin gibi” sözü işte böyle zevat içindir!

        1927’de satışa çıkartılan mücevherlerin en meşhuru: Kaşıkçı Elması.

        3 kilo 277 gram ağırlığındaki zümrütün kırılması ve parçalarının Paris’teki analiz masrafının ödenmesi hakkında 24 Haziran 1928’de çıkartılan Bakanlar Kurulu kararı (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, BCA, 30-18-1/29-40-11).

        Topkapı Sarayı’ndaki mücevherlerin satıı hakkında Rozanes mücevher şirketinin Fransız Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği mektuplardan biri (Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi (La Courneuve), Levant-E.349/176).

        Mücevher satışı hakkında Fransız Dışişleri Bakanlığı’na ait değerlendirme notlarından biri (Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi (La Courneuve), Levant-E.349/166).

        24 Ekim 1928’de çıkartılan bu Bakanlar Kurulu kararı ile saraylarda bulunan hazineler altın para karşılığı satılabileceklerdi (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, BCA, 30-18-1/30-63-14).

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar