Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Tuhaf âdetlerimizdendir: Savunduğumuz ve ispatına çalıştığımız konularda muhatabımızı iknaya kâfi gelecek delil bulamadığımız takdirde kanaatimizi destekleyen bir iddiayı başkalarına, özellikle de tanınmış isimlere mâleder, onların sözü imiş gibi ortaya atar ve “Bak işte, falanca da bu konuda böyle söylemiş, daha ne kanıt istiyorsun?” deyip tartışmadan galip çıkmaya çalışırız...

        Eskiler böyle hayalî sözleri başkalarına mâletme işini sık sık yapar, ne zaman sıkışsalar birilerinin isminin arkasına sığınıp hemen birşeyler uydururlardı...

        Bu uydurma merakı şimdi de devam ediyor ama uydurma yeteneğimiz azaldığı için olacak ortaya eskilerin yaptığı gibi mebzul miktarda palavra atılmıyor, mevcut olanlar tekrar ediliyor, eldeki desteksiz sermaye muhatabı iknaya kâfi gelmediği takdirde düşük kalitedeki yenileri uyduruluyor!

        ESKİ YALANLARDAN BAZILARI

        Önce, eski senelerde ortaya atılan, bugün de tekrarlanan ve hattâ hâlâ sakız gibi çiğnenen yalanlardan bazılarını nakledeyim:

        * 19. asır Almanyası’nın meşhur başvekili Prens Otto von Bismarc’ın “Dünyadaki aklın yüzde doksanı Sultan Abdülhamid’dedir, yüzde beşi bendedir, geri kalan yüzde beşi de diğer devlet adamlarına dağıtılmıştır” dediği iddia edilir ama külliyen yalandır! Hayatının nerede ise hemen her ânı, yazdığı ve söylediklerinin de neredeyse tamamı kaydedilmiş olan Prens Bismarc’ın böyle bir ifadesi yoktur. Bu söz bizdeki mâlûm Abdülhamid pazarlamacılarının uydurmasıdır ve hâlâ tepe tepe kullanırlar!

        * Enver Paşa, memleketi terkederken güya “Bütün ef’âlimin (yaptıklarımın) hesabını vermeye hazırım.Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız ve hatamız Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık çok yazık! Siyonistlerin oyununa âlet olduk ve onların hıyanetine uğradık!” demiştir ama bu da yalandır! Böyle bir söz söylememesi bir yana, Abdülhamid’e karşı ilk gençlik senelerinde başlayan muhalefetini hayatının nihayetine, yani Sultan Abdülhamid’in dünyadan ayrılmasından seneler sonrasına kadar devam ettirmiştir ve bu muhalefeti bütün yazışmalarında apaçık ortadadır.

        Paşa’nın “Turan” konusunda tek bir sözünün bile olmadığını daha önce defalarca yazıp söylediğim için “Turan yapacaktık, viran olduk” ifadesinin de aynı şekilde Enver Paşa’ya atfedilen bir yalandan ibaret olduğunu tekrara lüzum görmüyorum...

        * Bir diğer palavra da, İsmet İnönü’ye atfedilen koskoca bir yalandır...

        İnönü’nün güya “…Harf devriminin tek amacı ve hattâ en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı” dediği söylenir, sonra bu sözlerin yeraldığı bir de kaynak verilir ve “İsmet İnönü, ‘Hatıralar’, cild 2, sahife 223” diye yazılır.

        Sözü edilen kitabın ikinci cildinin 223. sahifesine baktığınızda, İsmet Paşa’nın “…Harf inkılâbı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. ...harf inkılâbının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk. Arap kültürünün ve Arap dilinin tesiri hakkında yeni nesiller bizim kadar fikir edinemezler. Bir misal olarak söylemek isterim: Benim çocukluğumda kültür sahibi adamlar Türk dilinin kifayetsizliğinden, eksikliğinden meyus olarak bahsederlerdi ve bunun için cemiyet içinde hem Türk diye bir millet olarak Araptan ayrılığı kaldırmalıydık, hem de ‘Sağlam bir dile kavuşmak maksadıyla Arapça’yı kabul etmeliydik’ derlerdi. Yani ‘Vaktiyle devleti kurarken ve Türk dilini yaparken Arap dilini kabul etmek doğru olacaktı’ görüşünü hararetle savunurlardı. Anadolu’da ilk Türk devletini kuranların hepsi Türk Beyi olarak devlet başına geçmişler ve millî hususiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Sonra, Osmanlılar devrinde, edebiyat vesilesiyle dil ihtiyacı genişledikçe sanatı Arap dili üzerinde işlemek hevesi millî kültürü zayıflatmıştır. Bizim devrimizde Latin harflerine geçmek Türk dilini ve milli kültürü kurtarmak için esaslı bir etken olmuştur” dediğini görürsünüz!

        Yani, İsmet Paşa harf inkılâbının dinî sebeplerle yapıldığına dair bir söz etmemekte; hattâ işin gerisinde senelerden buyana iddia edildiği gibi bir “okuma-yazma kolaylığının” bulunmadığını, inkılâbın temelinde Türkçe’yi ve millî kültürü “kurtarmak” düşüncesinin yattığını söylemektedir ama birileri merak edenlerin kolaylıkla ulaşabilecekleri bir metni bile işlerine gelecek şekilde ve ahlâksızca değiştirmekten çekinmemişlerdir!

        BUNLARI GÜYA BEN DEMİŞİM!

        Öyle anlı-şanlı, önemli ve şöhretli biri değilim ama bu şekildeki yalan ifadelere son zamanlarda her nedense ben de âlet ediliyorum ve bazı tuhaflıklar bana atfedilerek ortaya atılıyor...

        Meselâ, Sultan Vahideddin’in Kahire’de çıkan El Ahram Gazetesi’ne 16 Nisan 1923’te verdiği mülâkatta “Türkler dini, soyu, sopu, yurdu belirsiz karmakarışık bir cahiller sürüsüdür” dediği ve benim de bu sözleri alıp “Şambaba” isimli kitabımda yayınladığım iddia edildi!

        Daha önce isminin doğrusu “Şahbaba” olan kitabımda değil aynen, böyle bir edepsizliği uzaktan-yakından da olsa çağrıştıran tek bir ifadenin bile bulunmadığını, hattâ asıl kaynak olarak gösterilen El-Ahram Gazetesi’nde de Vahideddin’in bir mülâkatının yayınlanmadığını birkaç defa yazıp söyledim ama düzeltebilmek ne mümkün? Adamlar benim kitabımı benden iyi bildiklerinden olacak aynı iddiayı hâlâ geveleyip duruyorlar.

        Bundan birkaç sene önce çıkmış bir kitabın tanıtım yazısında da ismimin âlet edildiği bir başka yalandan, geçenlerde bir okuyucumun gönderdiği e-mail sayesinde haberdar oldum...

        “Kitap” olduğu iddia edilen garabetin reklâmını yapmamak için yayının ismini vermiyorum ve bir tarafından bana atfen bir şeyler uyduran kişinin okur-yazarlığı ile ilmî seviyesinin nasıl yerlerde süründüğünü görebilmeniz için de tuhaf imlâsı ile üslûbuna dokunmadan, aynen naklediyorum:

        Adam “Aktüel tarihçi Murat Bardakçı, bir televizyon proğramında, Mustafa Kemal ile Vahîdüddin arasında haberleşmenin İzmir’in kurtuluşuna kadar hiç kesilmediğini, bu haberleşmeye dair evrakların bir devlet kurumu tarafından saklandığını ve halka açıklanmadığını, o devlet kurumunun Genelkurmay Arşivi olmadığını, sözkonusu evrakı kendisinin gördüğünü açıklamıştır. Demek ki, milletçe henüz “Logos-Fikir Çağı”mız gelmemiş, “Mitos -Masal Çağı”nı idrak etmekteyiz; adına “idrak” mi, “idrakin iğdiş edilmesi” mi denir, bilemediğimiz...” diyor!

        Tekrar olacak ama, söylemem gerekiyor: Bu sözler bana ait değildir, hiçbir televizyon programında böyle birşey söylemedim, üstelik bunları ortaya atanlar kadar cahil olmadığım için söylemem de imkân haricinde!

        Böyle bir tuhaflığı benim ağzımdan ortaya atıp varakpâresinin reklâmında kullanan kişi şayet azıcık hayâ hissine sahip ise bu saçmalıkları hangi kanalda ve ne zaman ettiğimi bulur, görüntüsünü yayınlar ve beni utandırır!

        Şimdilerin “bilgi kaynağı” olduğu iddia edilen sosyal medya bir çöplüğe dönmüştü ama artık yayıncılığımız da maalesef çok daha geniş bir çöplük olma yolunda sür’atle ilerliyor!

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar