Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dün, son dönem Türk Tarihi’nin çok önemli bir şahsiyetinin, Enver Paşa’nın 96. vefat yıldönümü idi.

        Bu münasebetle Paşa hakkında toplantılar yapıldı, yazılar yazıldı, sosyal medyadan mesajlar gönderildi, lehinde ve aleyhinde her zamanki gibi olur-olmaz iddialar ortaya atıldı ve bütün bunların üzerine benim bu yazıyı yazmam farz oldu!

        Ortaya atıldığını söylediğim iddialar mesnedsiz ve iddialardan ibaret: Bir kesim Enver Paşa’nın “imparatorluğun batmasına sebep olan hain” olduğunu söylerken, diğer kesim Paşa’yı yere göğe koyamıyor, büyük bir asker, kahraman ve “Turancı” olduğunu anlatıyor.

        Bu iddiaların ne ilki, ne de diğeri doğrudur, ikisinin de gerçeklerle alâkası yoktur!

        Önce, bu işler için şart olan ve değişmeyen kuralı söyleyeyim: Tarih ve biyografi kulaktan dolma bilgilerle, tahminlerle ve temennilerle değil, belgeye dayanılarak yazılır…

        (Mahallî giysiler giymiş Enver Paşa’nın Buhara’dan 29 Ekim 1921’de hanımı Naciye Sultan’a gönderdiği fotoğrafı.)

        Enver Paşa hakkında Türkiye’de bugüne kadar çok sayıda yayın yapılmıştır ama bunların çoğu karşılıklı alıntılardan ibarettir ve resmî arşiv belgeleri ile Paşa’nın şahsî evrakına dayanan sadece iki çalışma vardır: Şevket Süreyya Aydemir’in hem yakın tarih hem de bir biyografi şâheseri olan ve aynı âyarda bir benzerinin ortaya konması artık pek mümkün olmayan üç cildlik “Enver Paşa”sı ve affınıza sığınarak söyleyeceğim, benim “Enver” ile Paşa’nın hanımı Naciye Sultan’a yazdığı mektuplarını yayınladığım “Naciyem, Rûhum, Efendim” serisi…

        Şimdi, Paşa’nın hemen bütün arşivi elinden geçmiş ve bu evrakı senelerce satır satır okumuş bir kişi olarak kısaca anlatayım:

        Enver Paşa memleketi için birşeyler yapmaya çalışan, imparatorluğu çöküşten kurtarmaya uğraşan ama geniş hayalperestliğinin tesirinde aldığı bazı yanlış kararların neticesinde maalesef mağlûp olmuş bir askerdir! Üstelik uğradığı bu mağlûbiyet sadece kendi hayatına değil, bize, yani koskoca bir imparatorluğa mâlolmuştur!

        Hakkında ortaya atılan “vatan hainliği” abartılı, saçma ve hattâ aptallıktan da öte bir yaftalamadır; zira mağlûbiyet her asker için mukadderdir ve mağlup olan askeri “hain” diye nitelemek zavallılıktır! Meselâ, Fransa tarihinin gelmiş geçmiş en önemli askerlerinden kabul edilen Napolyon Bonapart askerî ve siyasî macerasını büyük bir yenilgi ile noktalamış ve hayatı okyanusların ötesindeki küçük bir adada son bulmuştur ama o Fransa’nın “Napolyon”udur. Napolyon’a “hain” diyene deli gözü ile bakılır, “kahraman” olduğu yolundaki sözler de tuhaf karşılanır. Fransız tarihinden Napolyon’u çekip çıkarttığınız takdirde o tarihte aynı âyarda bir asker ve siyasetçi bulabilmek hayli zorlaşır.

        (Enver Paşa’nın Orta Asya’da kullandığı mühürlerinden biri: Mühürde “Dâmâd-ı Halîfe-i Müslimîn, Emîr-i Leşker Seyyin Enver” yazılı.)

        Kendi tarihimizden bir örnek vereyim: Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa…

        Millî kahraman kabul edip ismini üniversitelere, okullara, mahallelere ve caddelere verdiğimiz ve hatırasına marşlar bestelediğimiz Osman Paşa’nın şöhretinin bir zaferden değil, aksine aslında büyük bir yenilgiden geldiğini hatırlamaz, Plevne’de karşılaştığı zorluklar neticesinde Ruslar’a teslim olmaya mecbur kaldığını ve ardından Rus ordusunun burnumuzun dibine, Yeşilköy’e kadar gelmiş olduğunu pek bilmeyiz, bilenlerimiz de pek telâffuz etmezler.

        Ama, Gazi Osman Paşa herşeye rağmen bizim için büyük bir askerdir ve dillere destan direnişi sayesinde millî kahramanımız olmuştur.

        İYİ NİYETLE BAŞLADI AMA…

        (Enver Paşa, İstanbul’da Birinci Dünya Savaşı senelerinde yeni bir Alman silâhını tecrübe ediyor.)

        Enver Paşa ile arkadaşları askerlik ve siyaset sahnesine “memleketi batıştan kurtarabilmek” maksadı ile çıkmışlardı ve 1900’lerin başında “memleketi kurtarmak” demek, öncelikle Sultan Abdülhamid’in tahtından indirilmesi demekti.

        Bu emellerine Paşa’nın “hürriyet kahramanı” olarak isim yaptığı İkinci Meşrutiyet’in ilânından bir sene sonra, 1909’da vâsıl oldular, Abdülhamid hal’ edilip sürgüne gönderildi, aradan dört sene geçti, İttihad Terakki ve Enver memleketin kaderine hâkim oldu, derken dünya savaşına girildi ve iktidarı tam olarak ele almalarından sadece beş sene sonra, 1918’de ne memleket kaldı, ne de o iktidar!

        Öyle bir yenilgi yaşadık ki, memleketin sadece dört bir yanı değil, “payitaht”, yani başkent İstanbul bile işgale uğradı.

        Büyük bozgun sırasında ordunun başında Enver Paşa vardı ve yenilgi ile neticelenen iktidarının temelinde bir asırdır sallanan ve parçalanmak üzere olan memleketi toparlayabilmek hevesi bulunuyordu. Ama bu şekilde bir iyi niyetle başlayan yolculuk iyice düşünülmeden ve gençliğin getirdiği hayalperestlikle verilen kararların neticesinde önce imparatorluğun, dört sene sonra da Paşa’nın sonunu getirdi.

        Enver Paşa’nın İstanbul’dan ayrılıp şansını başka iklimlerde arama hevesi ile Orta Asya’da giriştiği ve 4 Ağustos 1922 sabahı şimdi Tacikistan’ın sınırları içerisinde bulunan Abıderya Köyü’nde bir Rus mitralyözü ile noktalanan hayatı, hüzün ötesi ıztıraplarla dolu uzun bir mücadeledir ve Paşa şehid olduğunda sadece 41 yaşındadır!

        İMKÂNSIZ BİR MUKAYESE

        (Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa, sivil giysilerle. Fooğrafı 1917 Ekim’inde “Cicim” dediği hanımı Naciye Sultan’a imzalamış.)

        Kişileri efsaneleştirmeyi pek severiz ve efsaneleştirmek istediğimiz şahıs mücadelesinde başarılı olamasa bile onu kurtarıcı ve kahraman gibi gösterip başarı sahiplerinin karşısına hem rakip hem de “asıl kahraman” gibi çıkartmaya çalışmak maalesef bir türlü kurtulamadığımız fena âdetlerimizden ve hatalarımızdan biridir.

        Türkiye’de senelerdir bu hatâ, yani Enver Paşa’yı Mustafa Kemal ile mukayese etmek gibi gereksiz, yanlış ve olmayacak bir iş yapılıyor! Dünya Harbi’nde uğradığımız birçok bozgun, meselâ Sarıkamış hatırlara getirilmeden Çanakkale yahut Kutülamâre zaferleri öne çıkarılıyor, bu zaferlerin Enver Paşa sayesinde kazanıldığı söyleniyor ama sonradan gelen toplu bozgunun sorumlularının kimler olduğu düşünülmüyor, üstelik Mustafa Kemal ile Enver Paşalar arasında kalite mukayeseleri bile yapılıyor.

        Enver Paşa mücadelesinde mağlûp değil de galip olsa idi, Türkiye’de bugün Mustafa Kemal’in ismi yahut “Kemalizm” kavramı değil, Şark milletlerine mahsus yüceltme merakı ile “Enver” ve “Enverizm” sözleri işitilecek; okullarda, kışlalarda ve resmî dairelerde Enver’in fotoğrafları ile büstleri yeralacak, meydanlarda onun heykelleri yükselecekti.

        Bugün mukayeseye çalışılan taraflardan birinin tarihin mağlûbu, diğerinin de galibi olmasına rağmen mağlûbun ismini kullanarak olmayan bir zafer ve kahraman yaratmaya çalışanlarımız mevcut!

        Senelerdir yazıp söylediğim bir hususu şimdi de tekrar edeceğim:

        İttihad ve Terakki’nin lider kadrosunun hemen tamamının evrakı elimden geçti. Bu evrakı okumuş olmanın sağladığı ayrıcalığa dayanarak ifade edeyim: İstiklâl Harbi’nin başında Mustafa Kemal değil de Enver Paşa yahut İttihad ve Terakki’nin bir başka hayalperest mensubu bulunsa idi, perişan olmuştuk! Millî Mücadele hayal uğruna girişilen bir savaşa döner ve neticede Sevr’den de beter hâle gelirdik!

        TURANCI DEĞİL, İSLÂMCI!

        (Enver Paşa’nın Tacikistan’da, Çegen Tepesi’ndeki mezarı (soldaki tümsek) 1996’da kemiklerinin İstanbul’a nakli için açılmadan önce.)

        Bazı çevreler, Enver Paşa’nın “Türkçü” ve “Turancı” olduğunu söylüyor, hattâ senelerden bu yana bunun propagandasını bile yapıyorlar…

        Böyle hayâllere dalmış olan çok kişiyi hiddetlendireceğimi bilerek, açıkça söyleyeyim: Enver Paşa “Turancı” değil, “İslâmcı”dır. Resmî yazışmaları ile hayallerinden bahsettiği ve tamamı binlerce sayfa tutan özel mektuplarında bir defa olsun Turan’dan bahsetmez. Bu yazışmalarda “Turan“ sözü gerçi birkaç yerde geçer ama kasdettiği “Turan” mâlûm ideoloji değil, İran’ın 20.

        asrın başında bu isimle adlandırılan doğusu ve Orta Asya’daki Türk bölgeleridir. “Turan’a gidiyorum” demek “Turan İmparatorluğu kurmaya gidiyorum” değil, “Orta Asya’ya gidiyorum” demektir.

        Enver Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile başlayan yurtdışı macerası da Türk devletlerini ve boylarını biraraya getirme hevesi değildir, yani bir “Turan ülküsü” söz konusu olmamıştır. Yapmak istediği, İngiltere’nin emperyalist gücününe son verecek bir “intikam” hareketi başlatmaktır ve bu hareketin temelinde “İslamcılık” vardır…

        Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında gittiği mecburî sürgün sırasında kaleme aldığı mektuplarından nakledeceğim şu ifadeler de, düşüncesinin “Turan”değil “İslâm Devleti” olduğunu açık şekilde aksettirmektedir:

        “…İngilizler dişleri sökülmüş yılan gibi sürünürken İslam kazanacak”, “…İngilizler’e karşı açtığım İslâm ihtilâl bayrağının altında bütün müslüman memleketleri toplayarak İngiliz aleyhinde çalışacaklarla, yani Bolşeviklerle birlikte mücadeleye devam fikrinden gittikçe hoşlanıyorum. İnşaallah bu da hem Müslümanlar’a hem memleketimize çare olacaktır”, “…Muvaffak olursak Türkiye, İran, Afganistan birliği vücut bulmuş olur. Bu suretle kuvvetli bir İslâm kitlesi hem İngilizler’e büyük bir darbe vurur, hem de Avrupa’nın altolması için Bolşevikler’in serbest kalmasına vesile olur. İnşaallah bunun hayata geçtiğini görerek seviniriz” ve “…Böyle sürüne sürüne, toprak odalarda duman içinde, maddeten ve senden uzak mânen, yalnız İslâmları kurtarmak teşebbüsüyle yaşıyorum”.

        O HAYALLER YA BOMBOŞ İSE

        (Enver Paşa’nın Çegen Tepesi’ndeki kabri, 1996 Ağustos’unda kemiklerinin İstanbul’a nakli için kazılırken.)

        Bugün, Enver Paşa’dan bahsedilirken bazı tuhaf unvanlar ve sloganlar kullanılıyor.

        Paşa’ya yakıştırılan unvanlardan biri, “Şehîd-i a’lâ ve gazî-i nâmdâr” diye bir söz…

        Bu ibâre, Paşa’ya sürgün senelerinde musallat olan ama onu hemen her konuda aldatan, hattâ ölümünde bile rolü bulunan Kuşçubaşı Sami’ye aittir! “Şehîd-i a’lâ ve gazî-i nâmdâr” ibâresini Paşa’nın şehadetinden üç hafta sonra, 1922 Ağustos’unun sonunda Çegen Tepesi’ndeki mezarının başında utanmadan, sıkılmadan ve yüzsüzce yaptığı konuşmasında sarfetmiş ve bu sözler Enver Paşa’nın hatırasına sonradan güya “şerefli bir unvan” gibi yapıştırılmıştır!

        Bazı gençler de son senelerde Enver Paşa’dan bahsederken aynı şekilde tuhaf bir slogan kullanıyor, “Sen hayal kur, biz ölelim Paşam” diyorlar…

        Başkalarının hayalleri uğruna niçin öleceksiniz beyler? Hele o hayaller vakti zamanında Sarıkamış’ta, Gazze’nin çöllerinde, Galiçya’da ve daha birçok yerde yüzbinlerin canına mâlolmuş ise…

        Enver Paşa’yı hatâları ve sevapları ile târihe bırakıp “geçmişin önemli bir şahsiyeti” olarak kabul etmek yerine hatırasını rekabet, mukayese, hakaret ve didişme vasıtası yapmaya devam ettiğimiz müddetçe, rûhu, emin olun, asla huzur bulamayacaktır!

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar