Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1999 yapımı ilk ‘Matrix’ modern bir bilimkurgu klasiğidir. Sanallık ve gerçeklik üzerine yeni bir hikâye kurar. Siberpunk ve distopya gibi alt türleri birleştirir. Bir yanda, akıllı makinelerin bilgisayarın içinde kurduğu sanal gerçeklik, diğer yanda gerçek dünya vardır. Kadim metinlere kadar uzanan bir göndermeler zinciri üzerinden aydınlanma ve özgürlük teması işlenir. Hakikat arayışı ve manevi aydınlanmayla gelen güç, insan iradesiyle makinelerin iktidarına meydan okur.

        1990’ların öncü siberpunk klasikleri arasında yer alan Japon animesi ‘Ghost in the Shell’ ile yakın bir akrabalığı vardır; ama biçimsel olarak benzersizdir. Etkilendikleri birçok kaynak olsa da Wachowski kardeşlerin ‘füzyon’u kendilerine özgüdür. Uzakdoğu dövüş filmlerini çağdaş aksiyonla birleştirirler. Daha önemlisi, fiziksel olanın sınırlarını bir yana bırakarak dijital dünyanın içinde sanal aksiyonun keşfine çıkarlar. Yeni özel efekt teknikleriyle birlikte siberpunk aksiyonu ileri bir noktaya taşırlar.

        İlkinin büyük başarısı üzerine çekilen ikinci ve üçüncü filmler hikâyeyi epik boyutlara taşısalar da ‘formül’ü tekrar etmenin ötesine geçemezler.

        İlk üçlemenin finali ‘The Matrix Revolutions’dan 18 yıl sonra gelen dördüncü filmde de durum pek farklı değil. Formül nerdeyse aynı… Neo yine her şeyin merkezinde duruyor. Trinity, Morpheus ve Ajan Smith belki farklı kişilikler olarak çıkıyorlar karşımıza. Ama film ilerledikçe Neo’nun onlarla kurduğu ilişkilerin ilk filmden çok farklı olmadığını görüyoruz. Özellikle hikâye üzerinden baktığımızda, ilk filmin model alındığını söylemek mümkün. Öyle ki, bazı sapma ve farklılıklar bir yana, hikâyenin kritik eşiklerinin çoğunu tahmin etmek mümkün.

        Yönetmen Lana Wachowski’nin David Mitchell ve Aleksandar Hemon ile birlikte yazdığı hikâyenin ilk filme oranla en farklı yanı, Thomas Anderson’un (Keanu Reeves) bir video oyun tasarımcısı olarak karşımıza çıkması… İnsanlar ve makineler arasındaki savaşı anlattığı The Matrix adlı video oyun üçlemesiyle efsaneleşen bir isimdir Anderson. Neo karakterine kendinden çok şey katmıştır. Trinity’yi yazarken esinlendiği Tiffany’yi (Carrie Ann-Moss) uzaktan tanır. Aynı kafede bazen karşılaşsalar da ayrı dünyaların insanlarıdır onlar; bir araya gelmeleri çok zordur. Onunla en fazla bir kahve içme hayali kurar… Patronu (Jonathan Groff) ile Warner Bros’tan gelen yeni oyun talebini konuşurlar. Gündemde ‘The Matrix 4’ projesi vardır. Oysa Anderson, video oyunlarının sayısını üçte bırakmaktan yanadır.

        Tam da burada, Anderson ile uzun süre dördüncü Matrix filmini yapmak istemeyen Lana Wachowski arasındaki paralelliğin altını çizmek gerekli. Yazdığı Neo karakteri ve onun Trinity’ye duyduğu aşk, Anderson’a yaşadığı dünyadan bile daha gerçek gelir. Anderson’u tanıdıkça, Neo’nun ilk filmin başındaki o yalnız ve ruhsuz yaşamını hatırlarız. Neo ve Trinity onu adeta başka bir alemden çağırırlar.

        Aslına bakarsanız, Lana Wachowski’nin de yıllar boyunca benzer süreçlerden geçtiği söylenebilir. Sonuçta, yarattığı karakterler yeni bir hikâye için onu hep bir köşede beklemediler mi? Stüdyolar ve hayranlardan gelen ‘Matrix 4’ baskısıyla sürekli yüz yüze değil miydi?

        Özetle, seyretmekte olduğumuz ‘The Matrix Resurrections’ ile film içindeki ‘Matrix 4’ video oyun projesi, ayna gibi birbirlerini yansıtıyorlar. İkisinin de çıkış noktası aynı. Yazar ve yönetmen Lana Wachowski, kendisini tüm dünyaya tanıtan Neo ve Trinity karakterlerine yeniden dönerken; video oyun tasarımcısı Anderson da benzer bir sürecin içine giriyor. Tam da burada, filmde Anderson ile Morpheus’u buluşturmaya çalışan Bugs (Jessica Henwick) karakterine bakmak gerek. Bugs ve arkadaşları, Lana Wachowski için yeni Matrix filmini bekleyen hayranları temsil ediyorlar. Filmde ise isyanın dinamosu konumundalar. Neo ve Trinity’yi yanlarına çekmek istiyorlar. Yeri gelmişken, Lana Wachowski’nin filmde peygamberlerin, kurtarıcıların dünyaya ikinci gelişine dair mitlere gönderme yaptığını belirtelim.

        Ayna, film boyunca ‘Anderson – Neo’ ve ‘sanal dünya – gerçeklik’ arasındaki ilişkileri yansıtan bir metafor. Özellikle ilk 30 dakikada aynalarda anlık olarak beliren görüntüler, gerçekliğe ve Anderson’un algısına olan güvenimizi sarsıyor. Aynalar, onun için hayli tekinsiz yerler. Yaşadığı algısal ve ruhsal problemler nedeniyle Anderson’un düzenli olarak bir psikoanalist (Neil Patrick Harris) ile görüştüğünü hemen belirtelim. Analist, bir noktadan sonra filmin hikâyesini şekillendiren karakterlerden biri haline geliyor.

        REKLAM

        Aynalar, aynı zamanda fiziksel ve sanal alem arasındaki geçitler olarak çıkıyorlar karşımıza. ‘Tavşan deliği’ de benzer bir metafor işlevi taşıyor. ‘Alice Harikalar Diyarında’ romanında Alice, fizik ötesi aleme tavşan deliğinden geçer. Anderson da Alice gibi başka bir alemin kapısında olduğunu hisseder. Anderson için ‘yol gösterici tavşan’ işlevi gören Bugs’ın ismini Bugs Bunny’den aldığını tahmin etmek olası.

        Bugs, filmin ilk bölümünün heyecan verici karakterlerinden… Gerçekliğin ve geçmiş hatıraların kurmacaya, yani video oyun öyküsüne dönüşmesi de yeni filmin hoş numaralarından biri. Kaldı ki, ‘The Matrix Resurrections’un belirli bir noktaya kadar gerçekten heyecan verici olduğunu düşünüyorum. Ama Anderson’un verdiği karardan sonra nereye doğru gideceğini çok kolay tahmin edebileceğiniz bir filme dönüşüyor. Kuşkusuz, Neo’nun Morpheus, Trinity ve yeni Ajan Smith ile ilişkilerinde yeni unsurlar var ama olayların nereye varacağını üç aşağı beş yukarı bildiğimiz için çok da heyecan verici olduğunu söyleyemem.

        Sonuçta, yeni bir Neo – Trinity destanı izliyoruz. Yeni Morpheus (Yahya Abdul-Mateen II) da ilk filmdeki ‘uyandırma servisi’ işlevini sürdürüyor. ‘The Matrix Resurrections’, ilk filmin veya ilk üçlemenin üstüne ne katıyor derseniz, ben kendi adıma çok şey göremediğimi söyleyebilirim. Çünkü belirli bir noktadan sonra tüm o yeni ve parlak fikirler devre dışı kalıyor ve kendimizi yine aynı öykü formatının içinde buluyoruz.

        Peki, ‘The Matrix Resurrections’ ne anlatıyor derseniz, yukarıda sözünü ettiklerim dışında yeni temalardan ve alt metinlerden söz edemem. Wachowski’nin, yaşadığımız dünyayla oyun tasarımcısı Anderson’un dünyası arasındaki bağlar kurduğu kesin. Belli ki hepimizin kuralları başkaları tarafından yazılan dünyalar içinde yaşadığımızı ima etmek istiyor. Dolayısıyla, Neo ve Trinity’nin uyanışlarının metaforik anlam taşıdığını söylemek mümkün.

        Kuşkusuz en zoru, bir insanın kendi hayatıyla ilgili gerçeği kabullenmesi; uyanma kararını alması… Kırmızı ve mavi hap arasındaki kritik seçim bu filmde de karşımıza çıkıyor. Ama iki hap arasında yapılan tercih kadar bellek ve hisler de önemli.

        REKLAM

        Film yanılsamaya, yalana dayanan bir hayatın; isyan ve özgürlük arzusunu nasıl bastırabileceğinin altını çiziyor. Diğer bir deyişle, yanılsamanın bazen tercih edilebilir bir durum olduğunun altını çiziyor. Ama bunu kabul edenlerin günü geldiğinde sürünün bir parçası olarak rahatlıkla feda edilebileceği de vurgulanıyor filmde.

        Filmde iyilik ve kötülük kesin çizgilerle birbirinden ayrılıyor. Bütün o siberpunk üst yapısına karşın eski masalları akla getiren bir dramatik alt yapı bekliyor bizi. Filmde makineler karşısındaki en büyük güç, sevgi ve özgürlük arzusu… Ayrıca sonlara doğru her şey bir kahramanlık hikâyesine dönüşüyor.

        Tüm bunları ilk Matrix’ten hatırlıyoruz. Karakterler, temalar, dertler çoğunlukla aynı. Wachowski de bunun farkında olduğu için belli ki filmi bir ‘deja vu’, yani ‘Ben tüm bunları yaşadım’ duygusu üzerinden kurmak istemiş. Bu hissi güçlendirmek için ‘The Matrix Resurrections’da ilk filmden kısa kısa birçok an kullanmış; araya insert planlar girmiş. Yeri gelmişken Analist’in kara kedisini de unutmamak gerek. O da filmin tekrar eden imgelerinden biri. ‘Deja vu’ hissinin hikâyedeki kullanımı ilgiye değer ama seyirci açısından ‘Ben bu filmi görmüştüm’ duygusunun filmin lehine işlediğini düşünmüyorum.

        Öte yandan, filmin sevilip beğenilmesi bana çok olağan geliyor. Başta Keanu Reeves’in bizzat kendisi ve Neo karakteri olmak üzere bütün filmin seyirciyi bir nostalji sarmalına taşıdığı kesin. Filmin birçok sahnesi ve duygusal zirve anının gerisinde genelde hep ilk üçlemenin gücü var. Star Wars serisinin yeni filmlerinde veya yakın bir örnek olarak ‘Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok’ta da bu nostalji duygusunu görmek mümkün. Ama burada bu duyguların beni çok etkilemediğini söyleyebilirim. Kahramanların neler yapacağını ve hikâyenin gittiği yeri bilmek, galiba nostalji ve duygusallığın etkisini azaltıyor.

        REKLAM

        Öte yandan, "Çok fazla yeni fikrin olmadığı bir Matrix filmi neden çekildi" diye sormak bana çok anlamlı gelmiyor aslında. Seyirciyi salonlara çektiği sürece Matrix’in devam edeceğini öngörmek mümkün. Ama garantili formüller yerine biraz daha yeni ve cesur fikirler gerekiyor sanki.

        Filmin bir noktasında insanları kontrol etmenin en kolay yolunun arzu ve korkularla ilgili olduğu söyleniyor. Keşke film bu konuda derinleşebilseydi, diye düşünmeden edemiyorum.

        Özetle, serinin dördüncü halkası, ilk yarısında verdiği umutların ardını getiremiyor; ‘yeni’ bir film olamıyor. Filmin ilk bölümünde şirkette ‘Matrix’ üzerine yaptıkları beyin fırtınası toplantısı sırasında hikâyeye dair gerçekten çok umutlanmış, Lana Wachowski’nin bizi Matrix evreninde yeni bir faza taşıyacağını düşünmüştüm. Ama niyeti belli ki yeni görünümlü eski usul bir Matrix filmi yapmakmış. Hedefine ulaştığı kesin.

        5/10

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar