Queen ile nostaljik bir 2 saat
Queen, gençlik yıllarımın en sevdiğim rock gruplarından biridir. Nostaljik değeri bir yana, şarkıları bugün birçok kuşağı birleştiren marşlar gibidir... Grubun solisti Freddie Mercury'nin rock tarihine damgasını vurmuş bir efsane olduğunu da kimse inkâr edemez. “Bohemian Rhapsody” gibi filmler öncelikle bu sevgi ve nostalji duygusu üzerinden yakalar seyirciyi. Size “efsanenin gizemi”ni ya da “satır araları”nı deşifre edecek bir hikâye vadeder, heyecan uyandırır. Sadece sevdiğiniz şarkıları dinleyecek olma düşüncesi bile yeter... Dolayısıyla “Bohemian Rhapsody”, sonbaharın en merak ettiğim filmlerinden biriydi. Ne var ki, sonucun beklentilerimi karşıladığını söylemem mümkün değil.
Öte yandan, seyrederken kendimi “Queen nostaljisi”ne kaptırdığımı ve filmi belirli ölçülerde sevdiğimi söyleyebilirim. Heyecanlandığım, etkilendiğim birçok an da oldu. Özellikle final, yani 1985 yılında Live Aid konserinde rock tarihine geçen o unutulmaz performans fevkalade hoştu. Film bizi o sahneye yeterince iyi hazırlıyor. Sözkonusu konser, grup için özel bir anlam taşıyor ve her şeyin gerisinde duygusal bir hikâye var... Peki, Queen sevginizi gaza getiren, gençliğinizi hatırlatan böylesine coşkulu bir finalin ardından filmin beğenmediğiniz yanlarını unutmanız mümkün mü? Ne yazık ki, değil...
Filmle ilgili eleştirilerime, “Bohemian Rhapsody”nin, geniş kitleye seslenmek ve duygu fırtınaları yaratmak isteyen bütün biyografik filmler gibi yüzeysellikten kurtulamadığını söyleyerek başlayabilirim. Aslında hiçbir konuda derinleşebildiği, hatta böyle bir niyeti olduğu söylenemez. Queen grubunun kuruluşunu, ilk konserlerini ve albümlerini, Freddie Mercury'nin (Rami Malek) gözünden anlatarak başlayan film, ayağını gazdan hiç kesmeden hızla ilerliyor. Durup nefes aldığımız, düşünebildiğimiz anların sayısı çok değil. Düşünmeye de ihtiyaç duymuyoruz zaten; grubun başarıya ulaşma hikâyesini seyretmek yeterince eğlenceli ve hoş.
Freddie Mercury'nin sahneye çıktığı ilk andan itibaren grubu alıp götürmesini, sahnedeki o müthiş özgüvenini ilgiyle izliyorsunuz... İlk albüm için ıssız bir yere kapanıp “Bohemian Rhapsody”yi kaydetttikleri bölüm için de aynısı söylenebilir. Albümün yayınlanacak ilk single'ı konusunda Amerikalı müzik prodüktörü Ray Foster (Mike Myers) ile tartıştıkları ve 6 dakikalık “Bohemian Rhapsody”de ısrar ettikleri sahne de harika... Film tüm bunları hızlı kurgulanmış sahnelere dönüştürerek anlatıyor.
“Bohemian Rhapsody”nin rock müziğinin ruhuna uygun, video klipleri hatırlatan, biçimci bir anlatım dili var. Çekimlerin bitmesine 16 gün kala “devamsızlık ve Rami Malek'e saygısız davranış gerekçesiyle” kovulduğu öne sürülen yönetmen Bryan Singer ve onun yerine gelen Dexter Fletcher, filmin görsel atmosferini, ritmini profesyonelce oluşturmuşlar... Ellerindeki müthiş soundtrack'i, yani Queen'in müziğini kullanarak sinemasal açıdan cazip bir sonuca ulaşmışlar. Özellikle finaldeki Live Aid konserinin çekimleri mükemmel. Tümüyle Singer'in çektiği söylenen bu sahnede grupla seyirci arasında kurulan bağ, Wembley'de hissedilen o enerji çok iyi yansıtılıyor. Bu arada, seyircilerin yakın plan çekimlerinin sahneye olan katkısının altını çizmek isterim...
Filmde beni rahatsız eden sorunlar anlatımdan ziyade senaryoyla, daha doğrusu dayatılan dar bakış açısıyla ilgili... Mercury, bir sahnede Queen'i “dışlanmışların grubu” olarak tanımlıyor ama filmin hiçbir anında bu dışlanmışlığı hissedemiyorsunuz. Ayrıca film, Parsi bir aileden gelen Mercury'nin etnik kökenlerinden utandığını ima ediyor ama bu konunun üzerine pek gitmiyor. Belirsizlik açıkçası rahatsız edici. Aslında daha rahatsız edici olan başka meseleler de var...
Senaryonun odaklarından biri Mercury'nin eşi Mary'yle (Lucy Boynton) olan ilişkisi... Mercury'nin Mary'yi çok sevdiği kesin. Burada ilginç olan nokta, Mercury'nin uzun süre eşcinsel olduğunun farkında değilmiş gibi gösterilmesi... Filmin bakış açısına göre Mercury cinsel yönelimini tahmin edilenden çok geç fark ediyor. Böylelikle Mercury'nin cinsel yönelimlerini bastırıp bastırmaması konu dahi edilmemiş oluyor. 1970'li yıllarda İngiltere'de orta sınıf Asya kökenli bir ailenin eşcinsel oğlu olmaya ya da muhafazakâr İngiliz toplumunda eşcinsellerin karşılaşabileceği sorunlara dair pek bir şey yok filmde. Filmin bütününe baktığınızda Mercury'nin hayatındaki mutsuzlukların, sorunların nedeni Mary'den ayrılması ve "eşcinselliği kabul etmesi"yle başlıyor. Kaldı ki, filmin kötü adamı da onu ayartarak, hatta kandırarak başka bir hayata taşıyan menajeri Paul (Allen Leech)... Sonuç olarak, eşcinsellik Mercury'yi yalnızlaştırıyor, gruptan, gerçek arkadaşlarından koparıyor ve bohem hayat, beraberinde manevi çöküşü getiriyor. Asıl sorun, filmin AIDS'e "ilahi bir ceza" gibi bakmaya çok yaklaşması... Özetle film bu yanıyla muhafazakâr bir konumda duruyor ama bunu altan alta yapmaya çalışıyor.
Peki, bütün bunlar gerçeği ne kadar yansıtıyor? Tek bildiğim, bana pek samimi gelmediği. Sanki her şey, geniş kitleye hitap eden bir filmin gereklerinin yerine getirilmesiyle ilgili... Ayrıca Mercury'nin solo albümleri hiç fena değildir ve onları müzikal bir düşüş olarak görmek çok da doğru sayılmaz.
Filmin en önemli artılarından biri kuşkusuz Rami Malek'in performansı. Malek, duyarlı yorumuyla senaryonun eksiklerini kapatıyor, filme derinlik katıyor. Mercury'nin gerçek hayat ve sahnedeki beden dili arasında inandırıcı bir bağ kuruyor. Öyle bir oynuyor ki, Mercury'nin “Farrokh Bulsara” olarak büyüdüğü yıllarda yaşadığı sıkıntıları dahi hissediyorsunuz. Malik, Oscar'a aday olursa, hatta alırsa şaşırmamak gerek... “Bohemian Rhapsody”, Mercury'nin özel hayatına yaklaşımıyla sınıfta kalsa da Queen'le bir 2 saat geçirmemizi sağlaması açısından cazip bir film.
Filmin notu: 6