Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Heja BOZYEL / HT PAZAR

        21. yüzyılın en efsanevi aşkı olarak hatırlanabilecek bir aşkın jönü o. Performans sanatının David Bowie’si. Ulay. Gerçek adıyla Frank Uwe Laysiepen. 1943 doğumlu Alman fotoğrafçı ve performans sanatçısı... Ne yazık ki çoğu kişi onu ciddi anlamda çarpıcı, düşündürücü ve yenilikçi işleri ile değil, Marina Abramoviç ile yaşadığı aşk ile hatırlıyor.

        Siz de hatırlarsınız. 2010’da New York MoMA Müzesi’nde Marina’nın yaptığı “Artist Is Present” performansı sırasında Ulay müzeye gitmiş ve bir seyirci gibi eski sevgilisinin karşısına oturmuştu. 1 dakika boyunca bakışmışlar ve o bakışma, uzun bir aşk filminden daha göz yaşartıcı bir filme dönüşmüştü. Çift, 1988’de Çin Seddi’nin üstünde karşılıklı yürüyüp aynı noktada buluşarak ayrılmıştı. Gerçek bir aşkın bitişini en güzel anlatan performanstı bu. Bu aşkı anlatmaya devam etsem apayrı uzun bir hikâyeye dönüşür. Ama şu an bu satırları okurken bilmeniz gereken birkaç şey var. İlki, Ulay ve Marina’nın ilk buluşmalarının bir Türk restoranında olduğu. İkincisi, birlikte neredeyse 90 farklı iş yaptıkları. Sınırları zorlayan, dönemin sanat anlayışına damgasını vuran, aşkı, birlikteliği, kadını-erkeği kimsenin yapmadığı gibi sorgulayan işler. Üçüncüsü, Ulay’ın Marina’yı aldattığı için ayrıldıkları -en azından bilinen sebep bu. Aldattığı kişi, hâlâ birlikte olduğu, İstanbul’a da birlikte geldiği eşi, Lena Pislak. Pek alımlı olan Pislak, şahin gibi Ulay’ın çevresindeydi hep. Hâlâ kıskanabiliyordu kocasını. Ulay’ın ona duyduğu minneti ve saygıyı da izledim, birlikte geçirdiğimiz yaklaşık 1.5 saatte. Google’da araştırdığınızda Ulay ve Marina hakkında her şeye ama her şeye ulaşabilirken Lena ve Ulay hakkında hiçbir şey bulamıyorsunuz. Belki de Marina intikamını bu şekilde aldı. “Bizim aşkımız daha büyüktü” düşüncesini herkesin gözüne sokarak... Bu nedenlerle bu röportajda Marina hakkında bir soru yok. Bu kadar uzun giriş yeter. Ulay’ın, yüzüme iyice yaklaşıp gözlerimin içine bakarak çok kısık bir sesle verdiği cevaplarda sıra.

        * Eski işlerinizi sergilerken ve izlerken ne hissediyorsunuz? Melankoli mi?

        Hayır. Hiç melankoli ya da başka bir şey yok. Sadece teknik açıdan bakıyorum. Çünkü o zamanın teknolojisi videoların kalitesini etkiliyor.

        * Çok uzun yıllar Polaroid fotoğraf makinesi sizin bir uzvunuz gibiydi. “Selfie” denen şeyi siz yıllarca Polaroid ile yaptınız. Polaroid, üretimi durdurmaya karar verince ne hissettiniz?

        Sadece bu durumu kabul ettim. Biten bitmişti. Polaroid işine 1969-70 yıllarında başladım. Polaroid bir süre sonra iflas etti ve bu konuda yapacak bir şey yoktu.

        * Şimdi Polaroid bir trend gibi. Diğer yanda dijital fotoğrafçılık ve akıllı telefonlar da cabası... Fotoğrafçılığın bugünü hakkında ne düşünüyorsunuz?

        Dijital fotoğrafçılık yaratılan her bir görselin değerini düşürüyor. Fotoğrafçılığın kıymetini azaltıyor.

        ‘KANSERE ÇARE: ÂŞIK TERAPİSİ’

        * Geçtiğimiz senelerde çok ciddi sağlık sorunları yaşadınız, kanseri atlattınız. Kanseri atlatmanızın belgeselini yaptınız. Nasıl bu kadar güçlü durabildiniz o dönemde? Çünkü günün birinde seninle tanışıp bu soruyu sormanı bekliyordum. Öncelikle bununla yüzleştim. Kanserin 4. aşamasındaydım, kemiklerime sıçramıştı. 4-6 ay arasında ömrüm kaldığını söyledi doktor. Ne yapacağımı bilemiyordum. İlk tepkim Himalaya’ya gitmeye karar vermekti. Bir mağaraya kapanıp meditasyon yapmak ve her şeyden vazgeçmek. Bu kararla uyudum. Ertesi sabah kalktığımda “Ben ne yapıyorum, bu ne saçma bir fikir” dedim. Karşımda oturan bu kadın, (eşi Lena’yı işaret ediyor) internete girdi ve alternatif kanser tedavilerini araştırmaya başladı. Bu, büyük bir pazar haline gelmiş resmen. Bütün alternatif yöntemleri denemeye başladım. Kemoterapiyi vücudumdan atmak istiyordum. Çok çok fazla meditasyon yaptım.

        * Nasıl?

        Ne yaptım biliyor musun? Lenny (Eşine böyle hitap ediyor) bana internette bulduğu, pozitif nöronların ve sağlıklı bir hücrenin fotoğrafını verdi. Onu çerçevelettim ve her dakika yanımda taşıdım. Ne zaman hastaneye gitsem, ne zaman kemoterapi alsam her seferinde bu fotoğrafa bakıp sağlıklı hücrelerime yönelik meditasyon yaptım. Başımın üstünde, frontal lob denen kısımdan temiz oksijeni, havayı içime çekiyor, bütün vücudumda onun akışını hissediyor ve içimdeki kirli kapkara dumanı dışarı veriyordum. Nefes alıp vererek. Sanırım bu çok büyük bir kurtuluş süreciydi. 1 yıl boyunca tedavi sürecim kameraya alındı ve bir belgesel haline getirdik. (Burada sözü eşi alıyor ve diyor ki: “1 yıl boyunca onun sürekli işle oyalanmasını sağladık. Başka bir şey düşünmeye fırsatı olmadı. Sonuçta bize 4 ay ömrü kaldığı söylenmişti ama bak, şu an burada.”)

        * Eşinizin çok büyük etkisi varmış iyileşmenizde.

        Canım Lenny, tüm bu süreçte en büyük tedavi aracımdı. Âşık terapisi uyguladı bana.

        * Şu an bana kanser teşhisi konulsa (Allah korusun) bir sevgilim olmadığı için bu terapiden yoksun mu kalacağım? Aniden yalnızlıktan korktum!

        Aşkını her yerde bulabilirsin. Her yerde. Âşığını demiyorum, aşkını. Sorun şu: Aşk ve âşık arasındaki fark. Eğer bir âşığın varsa aşkını ona yönlendiriyorsun. Oysa insan ölümlüdür. Aşkın kendisi ise ölümsüz. Koşulsuz sevgi hakkında konuşup duruyor herkes. Rahibe Theresa falan olman gerekli koşulsuz sevgi verebilmek için. Çok zor bu. Hepimiz, ben dahil aşkımızı objeleştiriyoruz. Hatamız bu.

        * O zaman aşk ne sizin için?

        Çok basit: Aşk, sevgi, eyleme geçmiş itinadır, özendir. Bu kadar.

        Gençlere tavsiye!

        * Sanatçı olmak isteyen gençlere tavsiyeniz ne?

        Her şeyden önce, sanat eğitimi almadan önce sanatı yeniden tanımlayın. Eğer sanatı yeniden tanımlayamayacaksanız hiç başlamayın.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar