Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İŞTE size iki bölümlü bir soru: Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, başta Mustafa Kemal olmak üzere kurucu kadro içerisinde yer alanlar, Meclis odaklı sistem yerine neden tam veya yarı başkanlık sistemini tercih etmediler? ABD’nin ve Fransa’nın yönetim tarzlarını bilmedikleri için mi?

        Hem ABD’yi hem de Fransa’yı bilen insanlardı kurucu kadroda yer alanlar; bunu en başta sonradan Atatürk soyadını alacak Mustafa Kemal’in okuduğu kitaplardan biliyoruz. Kadronun bir ara sistem üzerine tartıştığını da... Sonunda şartlar, kurucu kadroyu, Meclis odaklı bir sistemi kabule sürükledi.

        Şartlar?

        Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın devamı olarak, Cumhuriyet’ten önce kuruldu. İstanbul işgal altındaydı ve Meclis-i Mebusan’ın milli mücadeleden yana olan üyeleri Ankara’ya gitti. İstiklal Savaşı’nı, dünyanın tek “gazi” unvanlı parlamentosu olan, TBMM yürüttü; Mustafa Kemal’e “başkomutan” sıfatını veren de TBMM’dir. Rejimin “cumhuriyet” olması kararı da TBMM’ye aittir.

        Meclis’te o dönemde yapılan tartışmalar gözden geçirilirse hemen fark edilecektir: Kurucu kadronun en ciddi endişesi, padişah yönetiminden sonra, ülkeye “diktatörlük” gelmesiydi... Bunu önlemenin yolunu, Meclis, çoğu denetlemeyle ilgili kendi yetkilerini cumhurbaşkanına devretmemede gördü.

        “Ebedi Şef” veya “Milli Şef” türü unvanlar, Avrupa’nın birçok ülkesinde tek adamlı faşizan rejimlerin yükseldiği bir dönemde, bizdeki cumhurbaşkanlarına tanınan birer teselli mükâfatıdır. İçi boş unvanlardır; devleti yönetenler, yetkilerini TBMM ile paylaşmak zorunda kalmışlardır.

        Bu bizim devletin “parlamenter sistem” ile tanışma ve onu benimseme öyküsüdür...

        ABD’nin “başkanlık sistemi” ile yönetilmesinin öyküsü ise bizim öykümüzden bütünüyle farklıdır...

        Dünyada İngiliz kolonyalizmine karşı savaşla bağımsızlığını kazanmış ilk ve tek ülkedir Amerika Birleşik Devletleri. İsmin “Devletleri” kısmına dikkat edilmesini isterim. Her birinin ayrı bayrağı, yöneticileri ve parlamentosu bulunan 13 ayrı devlet (Amerikalıların “devlet” dediğine biz “eyalet” demişiz) kurucu kadronun kaleminden çıkan bir anayasa ve güçlü bir başkan etrafında birleşti; diğer eyaletler yüz yılı bulan bir süre içerisinde “birliğe” katıldı.

        Amerikalılar, anayasaya dayalı bir devlet haline dönüşme sürecine “Amerikan Devrimi” adını vermişlerdir.

        Her bir devlet, kuruluşta var olan siyasi yapısını (bayrağını, parlamentosunu ve yasama hakkını) koruma şartıyla birliğin parçası oldu ABD’de... Bugün de, her eyaletin kendi parlamentosu vardır orada ve yerele ait kararları o parlamento alır.

        Öyküsü budur ABD’nin başkanlık sisteminin...

        Fransa’nın, kökleri “Büyük Devrim”e (1789) kadar uzanan, ancak zaman içerisinde yaşanmış “diktatörlük” örnekleri yüzünden tırpanlanarak olgunlaştırılmış “yarı başkanlık” sisteminin de ilginç bir öyküsü vardır.

        Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen sürede yaşananları, bizde de “Anadolu İhtilali” olarak tanımlayanlar olmuştu (Bkz. Sebahattin Selek’in aynı adı taşıyan iki ciltlik kitabı).

        Lafı daha fazla uzatmaya gerek yok: Ülkelerin sistemleri (başkanlık, yarı başkanlık veya parlamenter) kuruluş dönemlerinin, daha doğrusu o dönemlere özgü şartların eseridir; her birinin arkasında sonucu etkileyen bir öykü bulunmaktadır.

        Değiştirilemez mi? Elbette sistem de değiştirilebilir; sağlam bir yeni öykünüz varsa sistemi elbette değiştirebilirsiniz...

        Son sorum şu: Türkiye’de yeni sistem arayışının, köklü bir dönüşümü zorlayacak sağlam bir öyküsü bulunuyor mu?

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar