Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

“Kendi jenerasyonunun en iyi müzisyenlerinden biri” olarak lanse edilen Başak Yavuz, cazseverlerin yakından tanıdığı bir isim… İlk albümü ‘Things’ten sonra ikinci albümü ‘A Little Red Bug / Küçük Kırmızı Böcek’le de dinleyenlerini ‘enteresanlıklar diyarı’nda tadında bir yolculuğa çıkaran Yavuz, geçtiğimiz Grammy ödüllerinin de jürisiydi. Bu albümünü kendi kurduğu Things&records Müzik’ten çıkaran sanatçıyı biraz yakından tanıyalım istedim…

YAŞIM İLERLEDİKÇE KAYGISIZLAŞIYORUM

*“Para, başarı, güç, onaylanma hırsı. İşte ‘küçük kırmızı böcek’ böyle bir şey; önce çekici görünür, sonra ısırır” dediğiniz albümünüze ait cümleniz ve albümün yolculuğundan bahseder misiniz?

Başarı kavramını uzun süredir sorguluyorum, hatta ergenlik yıllarımdan beri. ‘Başarı’ nedir? Sınıfın en çalışkanı olmak mıdır? Sınıfın en çalışkanı en yüksek notu alan mıdır? Onay görmüş mesleklerden birine sahip olmak mıdır? İş yerindeki en kıdemli kişi olmak mıdır? En çok parayı kazanmak mıdır? Peki, ya sonrası, çocuğumuzun bir şeylerde ‘en’ iyi olması mıdır? Bu soruları çoğaltabiliriz. Hepimiz biliyoruz bu oyunu, en başından beri biliyoruz. Peki, nasıl oynuyoruz? Peki, başka sorular sorayım, şöyle sorular: Neden gençlikte çalınan gitarlar, orta yaş krizinde saklı oldukları dolap diplerinden geri çıkarılır? Ya da orta yaş bunalımıyla alınan spor arabalar, yelkenliler, peki ya aldatmalar, aldatılmalar, bunların hiç birini yapmadık diyelim, depresyona girmeler o zaman, Ege’ye kaçmalar? Benim bug (böcek) dediğim şey, bu yaşam örüntüsünde, çıplak gözle kolaylıkla görülemeyen bir gerçekle ilgili. Onu görebilenlere yaşamın güzelliklerini gösteren bu böcek, onu göremeyenleri ise ısırıp rahatsız ediyor. Bu böcekle sık sık konuşuyorum ben de, ‘nasıl ilerlemeliyim, nerede durmalıyım?’, bunları tartışıyorum. Dürüst olmak gerekirse, beni özellikle beklentiler konusunda arada sırada ısırıp, kaşındırıyor.

*İlk albümde sözlü parçaların olduğunu fark ediyoruz, bu albümde neden teatral ve deneysel bir kadraj ortaya çıkıyor; iki albüm arasında sizde neler değişti ya da evrildi?

Bu albümde orkestrasyon konusunda daha cesur davrandım, fakat (bence) asıl değişen şey; söz yazarlığımda ve şarkı söyleyişimdeki özgürleşme oldu. İstanbul’da dört yıldır düzenli olarak birlikte çalıştığım ekiple kaydetmemin bunda büyük rolü var, ayrıca yaşım ilerledikçe daha da kaygısızlaşıyorum, burnumun dikine gitme konusunda cesaretim artıyor.

*Albümde Türkiye’de yer edinen pek çok cazcı ismi görüyoruz; bir araya gelme mevzusu nasıl gelişti?

Her biriyle tanışma ve birlikte çalışma hikayem başka. Ayrıca şunu söylemeliyim, albümdeki insanların çoğunluğu gündelik hayatımda olan kişiler. Ekin Cengizkan, ben caz söylemeye başladığımdan beri hayatımdadır mesela, hatta ilk caz sahnemde onunla çalmıştık. Adem Gülşen ve Erdem Göymen ile 2011’de İstanbul Caz Festivali konserimiz için bir araya geldik. Adem ve Erdem ile uyumumuz, İstanbul’a dönme kararımda çok etkili oldu. Alper Yılmaz ile New York’da bir jam session’da tanıştım. Çok iyi hatırlıyorum o günü, sahnedeydi, kim olduğunu bilmiyordum, Türk olduğunu bile bilmiyordum, ama bundan sonra hep onunla çalmak istiyordum. Çok büyük şanstır ki aynı yıl ikimiz de İstanbul’a yerleşme kararı aldık. Albümde 30’a yakın müzisyen var, hangi birini sayayım, hepsiyle harika anılarım var.

*‘Fantastik edebiyat ve fantastik sinemaya bayılırım’ demişsiniz, klibinizde de bunun etkilerini görüyoruz, ‘fantastik’ dünyaya salınma nasıl gerçekleşti? Şu yaşadığımız alemi, o fantastik dünya ile karşılaştırın desem, ne derdiniz?

Fantastik dünyaya olan ilgim, lise yıllarımda Ursula K. Le Guin’i keşfetmemle başladı. Bugün, “Yerdeniz Öyküleri”nin son kitabı “Öteki Rüzgar”ı okumaya başladım. Karşılaştırma mevzusuna gelince; mesela dün Beyoğlu’ndaydım, müthiş bir kalabalık, bir taraftan etrafta çok polis olduğundan, kafamdaki “acaba bir ihbar mı var” sorusunu duymazdan gelmeye çalışıyordum. Bir yere oturduk, televizyonda “Hobbit” filmi gösteriliyordu. İnanın, sokağı izlemektense filmi izlemek bana çok daha çekici geldi.

HER ŞARKIYA KENDİ DÜNYASINI VERMEYE ÇALIŞIYORUM

*Profesyonel olarak müziğe geç başlayanlardan olduğunuzu biliyorum; bu sizde ne gibi artı ve eksi durumlar yarattı?

Müziğe başlamam ilkokul yıllarımda... Ancak müzikle ilgili bir kariyere başlamam 30’lu yaşlarımı buldu. “Önceki hayatım” olarak tarif ettiğim yirmili yaşlarımda mimarlık eğitimi aldım ve bu konuda bir kariyer ile ilgilendim. Bunu başlarda bir zaman kaybı olarak gördüğümü itiraf etmeliyim. Ancak şimdi hiç öyle olmadığını anlıyorum. Mimarlık eğitiminin bana kattığı analitik düşünce yapısı ve bir yapıyı tüm katmanlarıyla görebilme becerisi, başta kompozisyon ve aranjman olmak üzere, müzikte çok hızlı ilerlememi sağladı. Neredeyse “iyi ki böyle olmuş” diyeceğim.

*Vokal, şarkı yazarlığı, aranjman, eğitimcilik, radyo programcılığı gibi pek çok müzikal mevzu ile hemhalsiniz; bu yelpaze nereden kaynaklanıyor?

Bunlardan hiçbirini tek başına hayal edemiyorum. Şarkı söylüyorsam, kafamdaki müziği de yazmalıyım, bunu öğretmeliyim ve güzel müzikleri yaymak için elimden geleni yapmalıyım, diye düşünüyorum. Hem hepsi bir arada anlam kazanıyor, hem de birbirlerini besliyorlar.

*Albümlerinizde müzikal çeşitliliği fark edebiliyoruz; pek çok yerli, yabancı sanatçı ile bir arada kıymetli işlere imza atıyorsunuz; farklı seslerden ve yaşayışlardan insanlarla çalışmanın artı ve eksileri neler?

Bu soruyu ben de bazen kendime soruyorum. Öncelikle farklı insanlarla çalışmak bana farklı perspektifler kazandırıyor. Ayrıca müziğimde / dünyamda onlara güvendiğim ölçüde-ki güvendiğim insanlarla çalışıyorum- insiyatif bırakıyorum. Böylece iş benim müziğim olmaktan çıkıp, bizim müziğimiz oluyor. Her ne kadar yazılmış bir müziği kaydedip, dondurarak dinleyiciye sunuyor da olsak, insanlar bu işin samimiyetini hissediyorlar, en azından ben böyle umuyorum. Eksilerine gelince, “albüm sound’u” denilen şeyden biraz yoksun olabiliyor benim albümlerim, bu bir eksiyse tabi, çünkü ben her şarkıya kendi dünyasını vermeye çalışıyorum, bu dünyalar farklı dünyalar olabiliyor. Mutlu bir sevginin şarkısıyla agresif bir öfkenin şarkısını nasıl aynı düzlemde ele alabilirim ki?

*Şarkılarınızı hem Türkçe hem de İngilizce yazıyorsunuz; bunu neye göre konumlandırıyorsunuz?

Şarkı yazma haline girdiğim zaman yazacağım dili açıkçası ben seçmiyorum. Kimisinin ‘hal’, kimisinin ‘zone’ dediği, kimisinin başka isimler taktığı o durumda içimden geldiği yöne doğru hareket ediyorum. Şarkıyı yazarken gittiğim yer çok güzel bir yer, diller ve sınırların olmadığı bir yer, John Lennon’un ‘imagine’ şarkısında umduğu gibi bir yer.

GRAMMY’E ADAY GÖSTERECEĞİM İKİ ALBÜM VAR

*Gelelim, Grammy jüri üyeliğine; bu macera nasıl başladı? O jüride olmak size ne hissettiriyor, mesleki anlamda avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Grammy sayesinde müzik sektörünü daha yakından tanıyorum ve yeni müzikler duyma fırsatı ediniyorum. Ayrıca aday gösterebiliyorum, bu yıl Türkiye’den aday göstereceğim iki albüm var. Dezavantajları ise çok büyük bir sorumluluk, çok vakit alıyor ve her zaman istediğiniz şekilde sonuçlanmıyor.

Kesinlikle görmüyor, belki New York’da biraz. İnsanlar cazdan çekiniyorlar. Zenginlerin dinlediği zor anlaşılan bir müzik olduğunu düşünen çok insan var, halbuki hiç öyle değil. Çok rahat hissedilip, ilişki kurulabilen bir müzik türüdür aslında, kökleri kölelik zamanlarına dayanır. Bu algıyı yaratanların ise hesapları başka, benim pek sevmediğim hesaplar.

*Caz dinleyicilerini ve icra edenlerini değerlendirmenizi istesem?

Bu konuyla ilgili bir genelleme yapmak neredeyse imkansız. Nasıl çeşit çeşit insan varsa, çeşit çeşit müzisyen ve dinleyici var. Kimileri ‘caz’ etiketinin arkasına saklanmış, kibirli müzisyenler/dinleyiciler, kimileri ise bu sanatın özünü gerçekten anlamışlar.

İLLA ERKEK BİR FİNANSÖRE Mİ İHTİYAÇ VAR?

*Türkiye’de gerçekleştirilen, az sayıda caz festivallerinde dahi, programın içine rock, pop yahut başka konserleri koyma haline ne diyorsunuz?

Bunun sebebi tahminimce daha çok dinleyiciye ulaşmak. Eğer bu festivalleri sürdürebilmek için popüler isimlere de yer vermeleri gerekiyorsa benim için bu yeterli bir gerekçedir. Ayrıca bu isimlerin kimler olduğuna bağlı. Geçtiğimiz yıllarda Paul Simon ve Joan Baez gelmişti. Bu iki sanatçı da benim gençlik yıllarıma ve müziğime damgasını vurmuş isimler, iki konseri de ağzım kulaklarımda dinledim. Ben bir festivalin müzikal vizyonunu popüler isimlerden ziyade popüler olmayan isimlere bakarak anlıyorum. Yani o ismi küçük harfle yazılan sanatçılara bakıyorum.

*Önceki yıllarda İstanbul’da pek çok caz mekanı varken şimdi ne yazık ki bir ya da iki mekanla cazın sadece festivaller ya da özel gecelerle sınırlı kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kendimizi çaresiz hissediyoruz çoğu zaman. Evet, bunu dillendirmiyor olabiliriz, sürekli söylenip, negatif bir enerji yaymak istemiyor olabiliriz ama kendi aramızda çokça dertleşiyoruz. Bazı sanatçılar yurt dışına taşınmakta çare buluyorlar. Kimisi ise burada kalıp, mücadele etmeyi seçiyor. Bizi bu çıkmazdan kurtaracak asıl etken dinleyici.

*İnsan olarak yaşamak zor iken; bir kadın olarak müzik camiasında/piyasasında var olmak nasıl desem?!

Mesela şöyle şeyler başıma geliyor: Şarkı yazarı olduğumu söylediğimde, söz yazarı olduğum anlamını çıkarıyorlar. Oysaki bir şarkı, sözüyle, melodisiyle ve armonisiyle bir bütündür. Kendi şarkılarımı düzenlememe, kendi albümümün yapımcısı olmama çok şaşırıyorlar, bunu takdir ediyorlar. ‘Parasını kim verdi’ diye sorduklarında: “Ben verdim, alın terimdir” cevabıma da şaşırıyorlar. Ben de şaşırmalarına şaşırıyorum, ancak takdirle karşılamıyorum. Bir kadın şarkıcı olarak illa erkek bir müzik direktörüne ya da finansöre mi ihtiyacım var? Hem caz, hem klasik müzik alanlarında orkestrasyon, aranjman ve kompozisyon dersleri almış birisiyim, müziğimi de yazarım, şarkımı da söylerim, albümümü de basarım. O zaman da “Erkek gibi kadınsın, bravo!” diyenler oluyor. Bu ne demek? Bundan ne anlamalıyım? Siz ne anlıyorsunuz?

*Son olarak önümüzdeki aylardaki konser ve projelerinizden kısaca bahseder misiniz?

Çok yoğun bir dönemden çıktığım için önümüzdeki aylarda İzmir’de birkaç etkinlik ve 20 Temmuz’daki İstanbul, Nardis konseri dışında, fırsat buldukça dinlenmek istiyorum. Çünkü sabırsızlıkla yapmayı beklediğim yeni bir projem var: “bi’ şarkım Var!”ın albümü. Her hafta radyoda programını yaptığım bu şarkı yazarları projesinin ayrıca sevgili arkadaşım Ceyda Özbaşarel Gülşen’le birlikte üç sezondur düzenlediğimiz bir de açık sahne kanadı var. Üç yıldır birçok şarkı yazarını sahnede ve radyoda ağırladık. Şimdi bu projenin albümünü kaydedeceğiz. Çok heyecanlıyım bu konuda! Sonrasında Almanya’ya gidip müzisyen arkadaşlarımla yeni projeler geliştireceğim.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar