Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Keşfet Resmi İlanlar

Soyut şeylerin ölçülemeyeceğini anlatmaya çalışan "1001 Gram", doğanın ve evrenin belli bir akışı olduğunu, bu akışı bozanın, bizler olduğunu tüm samimiyetiyle perdeye çengelliyor ve şunu soruyor: Düzen mi, düzensizlik mi? Aslında ikisini de, bir arada yaşamak mümkün. Hayatın kendisi oldukça karmaşık olduğu için, hayatın ağırlığını tartışıyor oluşumuz, filmin etkisinde kaldığımızın bir göstergesi iken, filmlere yeni anlamlar yükleyerek bazı çözüm yolları aramak ise, hepimizin yaptığı otomatik bir eylem... Bilim insanlarının ortak düşüncelerini, tek bir paydada birleştiren film, onların hayatlarını bilimsel teorileri üzerine yığmalarına karşı çıkıyor. Her şey bilimle açıklanamaz ki...

Bir insanın ağırlığı ne olabilir? sorusunu gündeme getiren "1001 Gram" isimli Norveç filmi, düzen ve kaos arasındaki sınırda kendine bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor.

'İzolasyon ve öznellik' üzerine kurulu olan film, "21 Grams" filmiyle bağlantı kurarak, ruhumuzun 21 gram ağırlığında olduğuna dair, bazı saptamalarda bulunuyor. Eğer ruhumuzun ağırlığı 21 gramsa, ruhumuzu taşıyan vücudumuzun ağırlığı ne kadar? Ölünün yakıldıktan sonraki küllerinin ağırlığı 1001 grammış. Bunu şuradan anladık: Senaryodaki Marie karakteri babasının küllerini tartıya koyarak ölçüm yapıyor.

Peki ya aşk? Bilimsel olarak aşk ölçülemiyor ne yazık ki... Senaryodaki Marie karakteri sürekli derin derin bakıyor etrafındaki nesnelere ve insanlara, o bakışın altında neler gizli neler... Marie iri gözleriyle nesnelerin ölçümünü yapıyor ve dolayısıyla, her şeyin ölçüleceğine inanıyor. Tıpkı matematik denklemi gibi... Hayatı ölçü üzerine kurulu olan Marie; aşırı takıntılı, soğuk nevale, düzenli, tertipli ve aynı zamanda kuralcı.

DÖNÜM NOKTASI OLAN AŞKIN GÜCÜ

Kendini tamamıyla unutan karakterin dönüm noktası olan aşk, karakteri adeta baştan aşağı değiştiriyor, bu değişim ile özünü bulan karakter, farkındalık yaşıyor. Bu şu demek: aşkı yaşamaya başladıkça düzenli hayattan, düzensiz hayata transfer oluyor. Hatta âşık olduğu adam bile ona "Kaos bazen gereklidir" diyerek tavsiyede bulunuyor. O halde Marie'nin farkındalık yaşamasının sahibi âşık olduğu adam mı? Evet!

Düzenli hayatın en büyük öncülerinden biri olan Norveç'in düzen anlayışı, her şeyin ölçülü olmasını beraberinde getirirken, kontrol sisteminin devreye girmesine neden oluyor. Oto eleştiri yapan film, kontrol manyaklığı üzerindeki baskın tarafını devreye sokarak 'mükemmeliyetçilik' hakkında da bazı tezler ortaya atmış oluyor. "Hayatın en büyük yükü, taşıyacak hiçbir yükünün olmamasıdır" ilkesinin üzerinde duran film, felsefi ve fiziki söylemleriyle (açılımlarıyla) düzen ve düzensizlik arasında gidip geliyor. Şimdi bu ilkeyi biraz açalım. Zaten insan öldüğü zaman tüm yükleri onunla beraber mezara girmiş oluyor, bu bedenden ayrılan ruhun ağırlığını ortaya çıkarıyor.

O'HORTEN'DEN SONRA İKİNCİ BAŞARI

O' Horten filmiyle zamanında bir hayli ilgimizi celbeden yazar-yönetmen Bent Hamer panaromik kuşbakışı kadrajlar, yakın plan ve simetrik çekimler ve çerçeve oranları ile yönetmenlikteki tüm maharetlerini seyirciye göstererek filmi, resmen sıradışı bir portreye dönüştürüyor. İsmi gibi ağır ilerleyen film, sinir edici soğuk müziklerle, fırtınalı kış havası yaşattırıyor seyirciye... Bu soğuk kış günlerinde izlenecek en soğuk filmlerden biri olan "1001 Gram", bazı yinelenen sekanslarla rutinin şaşmadığını aktararak, sistematik bir yolculuğun limitlerini belirliyor.

Mesela bunu destekleyen çok önemli bir sahne var, o da şu: uzak açıyla çekilen şemsiyeli karakterlerin arka arkaya beraber yürümeleri düzenin parçalarını oluşturan, bir uyum yasası sanki... Filmin en ilgi çekici tarafı olduğunu söylemekte yarar var.

Aynı Wes Anderson gibi simetriye takık olan Bent Hammer, filme öyle bir sahne yerleştiriyor ki, simetri adeta bozuluyor. Simetrinin bozulduğu sahneler genellikle Paris'i gösteriyor, özellikle de Eiffel Kulesinde çekilen anti-simetrik sahneler... Yalnız bazı sahneler el kamerası ile çekildiği için titriyordu, bir sahneden, diğer sahneye geçişlerin süresi de tam olarak ayarlanamamıştı. Sekansların süresi de gereğinden fazla uzundu. Bazı nesneler üzerinde fazla duraklayan kamera, seyircinin biraz içinin sıkılmasına sebebiyet verdi. Keşke o nesnelere bu şekilde aşırı vurgu yapılmasıydı. Örnek sahne: ağırlık ölçü birimine yakından bakan karakterler... Her karakter bu ölçü birimine dikkatlice baktılar, bekledik bir şey olacak mı diye olmadı. Ne gerek vardı bu kadar uzatmaya? Eğer değişik bir farklılık ya da sürprizbozan yerleştirseydi o sahneye, o zaman göze batmazdı bu kadar!

HATALAR VAR AMA YARATICILIKTAN ÖDÜN VERMİYOR

Peki, başka göze çarpan sorunlar? Sahneler arası ani kesme yapan Hammer, anlattığı olayı tamamlamadan bir başka sahneye geçiyor. Bunlar üzülerek belirtiyoruz ki filmin genel atmosferi için iyi olmadı, ama ona rağmen film orijinalliğini korudu. Çünkü anlattığı hikâye çok yönlüydü ve daha önce işlenmemiş bir temaydı. İşte böyle temalar bağımsız filmlerde aradığımız özelliklerin en önceliklisi...

Bilinçli bir okumayla film; Ulusal Ölçüm Merkezinde çalışan Marie'nin Norveç'in ulusal kilogram prototipini koruması ve o prototip üzerine bazı çalışmalar yapması, etrafında bir halka çiziyor. Her ülkenin belirli bir kilogram prototipinin olması gerektiğini savunan Hammer, sorunsuz bir ülke olan Norveç'i sanki sorunluymuş gibi gösteriyor, ya da diğer bir deyişle sorunlu olduğu için başımıza bunlar gelirdi dercesine... Düzenin içindeki düzensizliğin resmedildiği hikâye, Marie karakterine odaklanarak, onun yaşadığı deneyimleri göz önüne seriyor esasında...

Şunu da unutmamak lazım: Norveç'teki hayat her daim yolunda akar, yani nehir asla taşmaz. Eğer nehir taşarsa bunlar hakkında daha fazla konuşuyor oluruz. Ama buna rağmen taşan bir nehir var, o da Marie'nin nehri... Marie'nin koruması gereken prototip, geçirdiği kaza nedeniyle bambaşka bir hal alır. Nedeni ise evrene ne verirseniz onu alırsınız. Bunu 'Bumerang Etkisi' olarak tanımlayabiliriz. Bir iş konusunda hassas ve titizseniz enerjiyi geçici bir süre bloke edersiniz ve yaşamınız allak bullak olur. Bu da evrenin düzenine müdahale etmenizle eşdeğerdir. Bazı şeyler üzerinde gereğinden fazla düşünmeniz, evrendeki dengenin bozulmasına yol açar.

Bu yönüyle film amacına ulaşıyor, lakin filmin ağır ilerliyor oluşu ve bazı olaylar çabucak çözülse de beynimiz daha fazla yorulmasa dedirtiyor insana. Filmi sabırla izler ve sonuna kadar beklerseniz eminiz ki, kahkaha atacaksınız. Filmin finalinde eğlence dolu dakikalara şahit olacaksınız. Hani yazının başında aşkın ölçülemeyeceğinden bahsetmiştik, Marie âşık olduğu adamla sevişirken aşkı tartmaya çalışıyor. Böyle bir tartış daha önce hiç görülmedi! Aşığının her uzvunu dikkatle ölçen Marie en son 18cm diye bir espri patlatarak bizi kırıp geçiriyor. Demek ki, halen ölçüm yapmaktan vazgeçmemiş. Filmin bu sahnesi yeter de artar bile.

Özetle "1001 Gram" takıntılardan kurtularak, hayata dair mutlulukları keşfedip, olmamız gereken kişi olmamızı istiyor ve kasıntı bir hayatın, bize fayda sağlamadığını da anlatmadan geçemiyor. Sadece bilimi değil, aynı zamanda insanları da ortaya koyuyor. İnsanların ağırlığının, hayattaki taşıdığı yükler olduğunu açıklayan film, yüksüz daha rahat ve hafif olacağımızı ileri sürerek, ruhumuzu özgür bıraktığımız an, özümüzü daha rahat kavrayacağımıza ilişkin bir teori geliştiriyor. O' Horten'den sonra "Hjem til jul" (Yeni Yıl) filmiyle umduğu başarıyı yakalayamayan Hammer, "1001 Gram" filmiyle, bakış açısını 360 derece değiştirerek, farklı oluşunun çeperlerini çiziyor. Bu film O'Horten'den daha bağlayıcı olduğu için, izleyicinin yaratıcı ruhunun dışarı çıkmasına vesile oluyor.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar