Terapist Mehmet Zararsızoğlu: İstemeyerek yaptığımız her şey hasta eder
Terapist Mehmet Zararsızoğlu ile kurucusu olduğu Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü'nde buluştuk ve bizi neyin hasta ettiğinden başlayarak terapi sürecine dair her şeyi konuştuk. Zararsızoğlu'na göre, mutluluk modern insanın inandırıldığı bir yalan. Bizi hasta edense, hayatta isteyip de yapamadığımız ya da tam tersi istemeye istemeye yaptığımız şeyler...
GÜLENAY BÖREKÇİ/HT PAZAR
Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü’nün kurucusu terapist Mehmet Zararsızoğlu’na Sistem Dizim Terapisi adını verdiği yöntemini konuşmak için gittim. Amacım terapinin ne işe yaradığını öğrenmekti. Çok güzel anlattı: “Diyelim ki geçmişte size acı veren bir olay yaşadınız. Bu acı boynunuzda bir taş gibi asılı kalır. İşte biz size boynunuzdaki taşları gösteriyor, sonra da onları alıp bir kenara koyuyoruz. Ama yeterli değil! Boynunuzdaki taşlarla yüzemez hale gelmiştiniz. Şimdi ne yapacaksınız, acının verdiği konforla yüzmeyi öğrenmemişsiniz ki. Terapinin ikinci adımı giriyor devreye: Kişinin sahip olduğu tüm olanakları fark etmesini sağlamak ve onunla beraber yeni bir yaşam stratejisi belirlemek.”
Hepimizin aklındaki hedefi sorarak devam ediyorum: “Mutlu olmamızın tek yolu bu mu?” Mehmet Zararsızoğlu’nun itirazı kesin: “Modern insan, mutluluk hedefiyle yaşıyor. Hiç gerçekleşmeyecek bir yalan bu. Çünkü hayat, acıların ve iyileşmelerin, yaralanmaların ve ayağa kalkmaların birbirlerini döngüsel olarak takip ettiği bir bütün. ‘Beni mutlu et’ diye gelen danışanlarıma ‘Seni mutlu edemem ama mutlu olmayı neden bu kadar arzuladığını çözebilirim’ diyorum ben. Bunu çözünce denklemi yeniden kurabiliriz artık. Acılarımız üzerinde biraz durup düşünmemiz, sistemimizi buna göre akort etmemiz şart. Zira acıyı dönüştüremezsek sonsuza dek onunla yaşamak zorunda kalacağız.”
Üzerinde düşünmeye değer bence. İşte Zararsızoğlu’dan aldığım diğer bilgiler...
■■ Yekten sorayım size önce: Bizi ne hasta eder?
Yanlış soru! Konvansiyonel tıbba ve Freudyen psikoterapiye göre, dertleri ve acılarıyla gelen insanlar “hasta”, hekimler ve terapistler de şifalandıran konumundadır. Benim savunduğum psikoterapi ise bu tarz bir hiyerarşiden uzak durmayı tercih ediyor. Bana göre hastalığın nasıl iyileştirileceğini aramak yerine sağlığın şifreleri, sırları neler, buna bakmak gerek.
■■ Aynı kapıya çıkmıyor mu?
Tam değil, hastalık odaklı terapi insanın içindeki kendini iyileştirme sistemini görmezden geliyor. Sizin hastalık dediğiniz şeyi ben başka türlü tarif ediyorum. Hastalık aslında içimizdeki olanaklara kör ve kendimize katı olma halimiz. Ve kökeninde mutlaka acı var. Hissettiğimiz acıyı bastırdığımızda da rahatsızlanıyoruz. Halbuki kötü olan acı duymak değil, onu yok saymak. Çünkü acı ilişkidir.
■■ Ne demek bu?
Acı çekmemizin sebebi, ilişkilerimizdeki eksiklikler, fazlalıklar, tersliklerdir. Bizi hasta eden şeyse, hissettiğimiz acıyı hayatımızdaki yegâne gerçek gibi görüp kendimizi buna hapsetmemizdir. Hayat bize sınırsız imkânlar, sınırsız olay örgüleri sunuyor ama biz kendimizi, ancak tek bir imkân dahilinde hayatta kalabileceğimize inandırıyoruz.
■■ “Ben ancak şu kişiyle birlikte olursam veya şöyle bir hayat yaşarsam mutlu olurum” demek gibi mi?
Evet ama aslında karmaşık bir süreç bu. Beden en önemli duyu organımız ve yeni nörobiyolojik araştırmalar bize şunu net olarak gösteriyor: Bazı duygu ve düşünceler bazı hormonların eksik veya fazla salgılanmasına yol açıyor ve bu da sonuç olarak vücuda bir ağırlık yüklüyor. Şöyle bir şey belki; önümüzde şahane olasılıklar var ama biz hiçbirini görmeden tek bir noktada, tek bir olanakta takılıyoruz. Varlığımızdaki diğer kaynaklara kör kalıyor, onları oyunun içine sokmuyoruz, bu durumla baş edemediğimizde de vücudumuz semptom üretmeye başlıyor.
■■ Bunu örneklendirir misiniz?
Bana “Başım ağrıyor” derseniz, “Başınız 24 saat boyunca hep mi ağrıyor?” diye sorarım. Seks yaparken, yemek yerken, işe giderken... Baş ağrınızın ne zaman şiddetlenip ne zaman kesildiği önemli. Vücudumuz bize sürekli sinyaller yollar, biz de bu sinyalleri kullanarak öyküler yazarız. Başımızın ağrımasına sebep olan şey aslında kendimizle ilgili kurduğumuz öykülerdir. Öyküde dile getirdikleriniz pişmanlık, hayıflanma ve sızlanma üzerine olursa; nöronal sisteminiz stres hormonları salgılamaya başlayacaktır.
■■ Başım ağrıdığı halde iyimserlikte ısrar edip “Ağrımıyor” dememi önermiyorsunuz değil mi?
Hayır, başınızın ağrısı bir uyarı sinyalidir ama başınızın ilk ne zaman, hangi sebeple ağrımaya başladığını kendinize sormalısınız.
‘ACILARIN KAYITLARI BEDENİMİZDE TUTULUYOR’
■ Bedenle bağlantı kurmayan bir psikoterapi mümkün mü?
Bence değil, çünkü çektiğimiz acıların bütün kayıtları bedenimizde tutuluyor. Doğuyoruz ama 20’lerimizde hücrelerimiz tembelleşmeye başlıyor, yani hayat bizi usul usul yaşlılığa, ölüme hazırlıyor. Doğal bir süreç bu. Ama işte bir gün öleceğimizi bildiğimizden hayatta isteyip de yapamadığımız ya da tam tersi istemeye istemeye yaptığımız her şey bizi hasta edebiliyor. Batı tıbbına göre hastalıklar ortadan kaldırılması gereken unsurlar, bu yüzden yüzde 90 semptomatik tedavi uygulanıyor. Tamam, başımın ağrısının geçmesi iyi bir şey ama onun bana söylemeye çalıştığı şey neydi, keşke önce buna bir baksaydık.
■ Bedenim bir uyarı verdi diyelim, doktora gitmeyeyim mi?
Gidin tabii ama kendinize soru sormayı da unutmayın. Bir terapinin başarılı olmasının iki yolu var: Birincisi, insanın iç eczanesini kuvvetlendirmek, ikincisi bunu yaparken duygularını ve ilişkilerini yok saymamak. Fakat tıbbı ve hekimleri suçluyor değilim, çünkü meselenin tamamen politik olduğunu, daha ziyade bir sistem sorunu sayılması gerektiğini düşünüyorum. Tıbbın yeniden yapılandırılması, psikoterapinin sisteme daha aktif şekilde dahil edilmesi şart.
■ Varsayalım ki size geldim ve ilişkilerimin kötü bittiğini söyledim. Üstelik her yeni ilişkide gene aynı sorunlarla karşı karşıya kalıyorum. Demek ki sorunum her neyse artık benim sistemim haline gelmiş...
Çok güzel anlattınız, aynen öyle.
■ Ve siz iyileştirmeye ailemden başlıyorsunuz.
Çünkü hiçbir ilişki iki kişiden ibaret değildir. İlişkiler kalabalıktır. Kadının da erkeğin de annesi, babası, kardeşleri, onların anneleri, babaları da ilişkinin parçasıdır. Belirli davranış kalıpları, ilişkilerdeki yoksunluklarla baş etme halleri ve acı, geçmişten bugüne aktarılır. Bu aktarım da elbette bilinçdışı yollarla gerçekleşir. Mesela hayatı boyunca annesinden sevgi görmediğinden yakınan biri kendi çocuklarına sevgisini göstermekte zorlanabilir.
■ Terapide ne değişiyor?
Annesinin hangi sebeplerle öyle davrandığını, çocukken hayatta nelerle karşılaştıktan sonra kendini katılaştırmayı seçtiğini anlamasını, o davranış kalıbının kendindeki yansımalarını görmesini sağlıyoruz.
■ Böylece sevgisiz olduğuna inandığı annesiyle ilişkisi değişiyor...
Kendisiyle olan ilişkisi de değişir. Annesini anlar ama onun seçimlerini tekrar etmeden yaşayabileceğini de bilir. Terapiyle geçmişini değiştiremezsin ama onun senin üzerindeki etkilerini değiştirmen her zaman mümkündür.
'EBEVEYNLERİMİZİ SUÇLAMAYI BIRAKMALIYIZ’
■ Şahsi bir devrimden bahsediyorsunuz neredeyse... “Ebeveynlerinden boşanamayan kişi çok eş boşar” demiştiniz bir keresinde...
Çoğu insan ebeveynleriyle bir nevi bağımlılık ilişkisi geliştiriyor ve hâlâ hep onların onayını almak istiyor. “Çocuk ruhu” diyorum buna. Ama çocukken ihtiyaç duyulan illüzyonlar 40-50 yaşına gelmiş kazık kadar adamlarla kadınların inandığı şeyler olmamalı. 9 ay değil, sonsuza dek annenin karnında kalmak, bütün çocukluğunu ve yetişkinliğini orada geçirmek gibi... En kötüsü de anne ya da babayla olan bağımlılık ilişkini partnerinle ilişkine taşıman.
■ Belki iyi bir anne de çocuğuna öncelikle özgür olmayı öğretmeli.
Hayır, hep yaptığımız hatadan vazgeçelim. Biz yetişkiniz ve durmadan ebeveynlerimizi suçlamayı bırakmalıyız. Özgür olması gereken biziz, kimse öğretmiyorsa kendimiz öğreneceğiz.
'BİLİÇALTI TEMİZLİĞİ, KARMİKŞİFA GİBİ ŞEYLER PALAVRA'
■■ Affetmek dönüştürür mü?
Klinik bilgisi olmayan kişiler, uydurma geçmişi affetmek terapileri icat ediyorlar. Yok bilinçdışı temizliği, yok karmik şifa, yok bilmem ne; palavra... İnsanların zayıflıklarından, mutsuzluklarından yararlanıyorlar. Geçmiş değiştirilemez, bilinçdışı oyuna gelmez. Üstelik geçmişte yaşadığımız acılar bizim en öz, en hakiki yanımız. Terapinin amacı unutturmak ya da affettirmek değil, yüzleşmemizi ve anlamamızı sağlamak. Bilinçdışı temizliği falan, içinizdeki ağlayan çocuğa iki dakikalığına emzik vermek gibi. Susturuyor ama iyileştirmiyor.
■■ “Bilinçdışı oyuna gelmez” ne demek?
Problemin kökü sanıp onu temizlemeye çalışanlar, bilinçdışımızın eşsiz zekâsını bilmiyor. Biz, kişinin bilinçdışıyla diyalog kurmasını sağlıyoruz. Bilinçdışını tertemiz, lekesiz hale getireceğimize ona merhametle, şefkatle yaklaşmalı, saygı duymalıyız. Hayatımızda gerçek dönüşümü ancak bilinçdışımızın onayıyla sağlayabiliriz.
ŞİRKETLER İÇİN DİZİM
“Sadece bireyler değil, şirketler için de dizim yapıyoruz. En küçüğünden en büyüğüne dahil olduğumuz bütün topluluklar, tıpkı bedenimiz gibi yaşayan sistemlerdir. Şirket denince ne anlıyoruz? Patronu, yöneticileri, çalışanları, kendine özel hiyerarşisi, ilkeleri olan bir kurum. İnsanların oluşturduğu bir etkileşim alanı var ve o etkileşim alanında çeşitli sebeplerle kaos oluşabiliyor. İşte biz, şirketlerin yaşadıkları ekonomik ya da idari sorunların kaynağını arıyor ve aileler için gerçekleştirdiğimiz dönüştürmeyi onlar için yapıyoruz. Hedefimiz çalışanlar arasında kurulmuş bir denge ve işlerin ilerleyişinde esneklik...”