Bir grubun farklılığını ileri sürerek, siyasal yaşayış biçimini, yönetim modelini, siyasal statüsünü, içinde yaşayacağı devletini belirleyebilmesi ve buna bağlı olarak geleceğini tayin edebilmesidir. Bu kavramın ortaya çıkış süreci, ulus devletlerinin yaygınlaşma dönemini kapsar.
Başlangıçta mutlaka gözetilmesi gereken siyasal bir ilke olarak benimsenen kendi kaderini tayin kavramı, zaman içinde yükümlülük doğuran bir hak olarak ele alınmıştır. Esasen kavram, hem bir sürece hem de bir fikre dayalı tarihsel bir seyrin ürünüdür. Kendi kaderini tayin kavramının tarihsel süreç içinde seyrinde iki husus öne çıkmaktadır. Birincisi; imparatorlukların çözülme sürecinde yeni devletlerin ortaya çıkışında temel fikri dayanak noktası olarak işlev üstlenmiştir. İkincisi ise; sömürge ülkelerinin sömürge yönetimlerinden kurtuluş sürecinde en önemli siyasi, fikri, hatta hukuki temel dayanak olmuştur.
Kavramın tarihsel kökeni, özellikle Batı Avrupa'da sosyal uyanışın başladığı döneme dayandırılırsa da farklı akademik çalışmalarda 1688 İngiliz Devrimi'ne, Orta Çağ'a hatta daha eski dönemlere kadar gitmektedir. Kavram, 1776 yılı Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Bağımsızlık Bildirgesi ve ardından 1789 Fransız İhtilali'nin İnsan Hakları Beyannamesi'nde zımnen de olsa yer almıştır. Buna göre kavram, her belgede halk egemenliğine işaret eden anlayışın bir yansıması olarak belirginleşmiştir.
Kavram tarihsel süreçte 1.Dünya Savaşı sonrası yeni dünya düzenine ilişkin ABD'nin yaklaşımını ortaya koyan dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson'un (ö. 1924) ABD kongresinde yaptığı konuşmada sıraladığı 14 maddeden oluşan "Wilson ilkelerinin" anlayışıyla birlikte anılmaya başlamıştır. Zira Wilson ilkelerinin genel çerçevesi dikkate alındığında her insanın egemenliği altında yaşayacağı siyasi iradeyi özgürce seçebilmesi ve yabancı egemenliğinden kurtulma arzusu esastır. Diğer yandan aynı süreç içinde Rusya'da yaşanan Bolşevik Devrimi'nin önderliğini yapan Vladimir Lenin (ö. 1924) için ise bu kavram; ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kullanmak suretiyle sosyalizmin dünya genelinde yaygınlaştırılması hedefinin aracısıdır.
Bu süreç içinde dünya ölçeğinde yeni düzen kurma çabalarının yaşandığı bir dönemde kavram özellikle Wilson ilkeleriyle de anılmaya başlamasıyla uluslararası ortamda fikri zeminini yaygınlaştırmıştır. Önce 1. Dünya Savaşı sonrası tesis edilen Milletler Cemiyeti (MC) çerçevesinde, daha sonra da 2. Dünya Savaşı sonrası oluşturulan Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde kendi kaderini tayin kavramı ilkesel yerini almıştır. BM sözleşmesinin, BM'nin amaçlarını düzenleyen 1. maddesinin 2. fıkrasında; "Uluslar arasında, halkların hak eşitliği ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi ilkesine saygı üzerine kurulmuş dostça ilişkiler geliştirmek ve dünya barışını güçlendirmek için diğer uygun önlemleri almak" şeklinde kavramın ilkesel niteliğine değinilmiştir. Yine BM sözleşmesinin 55. ve 73. maddelerinde de benzer biçimde kavram ilkesel niteliğiyle yer almıştır.
BM nezdinde kendi kaderini tayin kavramının ilkesel niteliğinin yanı sıra bir hak olarak nitelendirilmesi, BM Genel Kurulu'nun 1952'de alınan iki ayrı kararında ve ardından 1960 yılında yine BM Genel Kurul'unun 1514 sayılı kararıyla yayınlanan "Sömürge İdaresi Altındaki Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Bildiri"de yer almıştır. Söz konusu bildiride; "İstikrar ve refahın ve bütün halkların eşit haklarına ve kendi kaderini kendi tayin etme hakkına sahiptirâ¦" ifadeleriyle kavram bir hak olarak nitelendirilmiştir.
BM nezdinde kavramın bir hak olarak nitelendirilmiş olmasına karşın bu hakkın kullanılmasında iki hususun gözetilmesinin yine BM sözleşmesi kapsamında vurgulandığı da belirtilmelidir. Buna göre kendi kaderini tayin hakkı kullanılırken, devletlerin toprak bütünlüğü ilkesi çiğnenemeyecek ve ayrıca meseleye taraf olanların tamamının mutabakatı aranacaktır.
Bu iki husus, kavramın siyasi açıdan herkesin kendi çıkarlarına göre kullanma arzusuna yönelik sınırlama getirebilme amacı taşımaktadır. Zira bugün itibarıyla dünyada 200'e yakın devletin içindeki binlerce alt grubun varlığı düşünülecek olursa bu sınırlamalar daha fazla anlam kazanır. Çünkü bu grupların bu kavrama dayandırılarak özellikle etnik farklılıklarına dayalı mikro milliyetçilik hareketleriyle ülke bütünlüklerine yönelik siyasi taleplere yönelmelerinin uygulamada büyük zorluklara yol açacağı kabul edilmektedir.
Bu nedenle de kavramın esas itibarıyla siyasal niteliği ağır basar. Buna bağlı olarak farklı siyasal düşüncelerin farklı zaviyelerinden kavramın ele alınış biçimi ve içeriği de farklı anlamlarla ele alınmıştır. Kavramın kapsadığı toplumsal gruplar açısından tanımlama, sınırlama, talep etme biçimleri bakımından genel bir mutabakatın olmadığını ve buna bağlı olarak genel bir hukuki hüküm çerçevesinde de ele alınamadığını saptamak gerekir.
Kendi kaderini tayin etme hakkını kimler, hangi gerekçelerle kullanabilir? Bu hakkın elde edilmesinde her yol meşru görülebilir mi? Hangi yol ve yöntemler hukuki nitelik taşır? Tüm bu soruların kavramın ele alınış ve uygulanışında herkesi yeterince ikna edebilecek ve herkesin üzerinde mutabık kalabileceği cevapları yoktur. Tüm bu nedenlere bağlı olarak kavramın uygulamada siyasi yönü, hukuki yönünden daha baskın karakterdedir.
YAZAR
Yaşar Hacısalihoğlu