Ramazan’da sadakalar artınca Hristiyan dilenci bir aylığına Müslüman oluverirdi
Ramazan ve dilencilik, eski asırlarda yapışık kardeşler gibi hep birarada olur, hattâ bazı devirlerde sarayı bile çileden çıkartırdı. Üstelik dilenenler sadece Müslümanlar değildi, imparatorluğun dört bir tarafındaki Hristiyan dilenciler bile Ramazan gelince sadaka uğruna bir aylığına Müslüman gibi görünürlerdi
MURAT BARDAKÇI / HT GAZETE
Ramazan ve dilencilik, kutsal ayın bütün gerekleriyle yaşandığı ve hattâ kanun gücüyle uygulandığı geçmiş zamanlarda birlikte olan, birbirinden ayılmayan iki kavramdı.
Saraydan 1574 tarihinde çıkan bir emirnâme, o günlerin dilencileri hakkında açık bilgiler veriyor: Belgede dilencilerin bir kısmının gezerek, bir kısmının ise belli yerlere oturarak dilendiği, bazı dilenci ağalarının kör ve sakat kölelerle cariyeleri çalıştırdığı anlatılıyor, “Bunlar, böyle sakat kulları istihdam ederek rahatlarını bozmayan bir güruhtur” deniyor. Daha sonra, İstanbul içinde toplanan 43 dilencinin bir kayıkla İzmit’e gönderildiği, buradaki köy ve kasabalarda bir işe yerleştirilmelerinin denendiği ama hepsinin kaçıp yeniden İstanbul’a geldikleri söyleniyor...
Ve bu meslek zamanla bugünlere geliyor, gelirken iftar sofralarına uğramayı da ihmal etmiyor...
19. yüzyılın tarih kitapları, İstanbul dilencilerinin mesleklerini icra edebilmek için türlü türlü yollar icad ettiklerini yazıyorlar. Bunların bir kısmı, “kasideci”dir, çoğu Araptır ve mahalle aralarında, cami avlularında dolaşır; yüksek sesle kaside ve kasideye melodik bakımdan benzeyen “maval” okurlar. İçlerinde Arap olmayanları da vardır ve bunlar telâffuzlarını Arap şivesine benzeten Romanlardır. Taşradan İstanbul’a çırılçıplak, başı kabak gelmiş, işe koyulmuşlardır.
UYUŞTURULAN ÇOCUKLAR
Dilenciler her dinden olabilmektedir. Adalar tarafından gelme bir takım Hristiyan kadınlar, kendi dinlerinden kız ve erkek çocuklarını çeşit çeşit ilâçlarla uyuşturmakta ve sabahtan akşama kadar sokak ortasında yatırmaktadır. İmarethanelerin girişinde, kesilen kurbanlardan pay alabilmek için bekleyen dilencilerin arasında, işte böyle her cinsten olanları vardır. Sadaka niyetine verilen etleri hemen çevredeki kebapçılara satmaktadırlar...
DİLENCİ KAYIKÇILAR
Cuma ve kandil günlerinde cami kapılarıyla şadırvan avlularında yanıp yakararak dilenmek gerçi iyi para getirmektedir ama kârın en yükseği, sadece ve sadece Ramazan ayına mahsustur. Zira, her Ramazan’da sadaka miktarlarında çok yüksek artış yaşanmakta, bu artıştan pay kapabilmek için bazı kişiler mesleklerini bile değiştirmektedir. Meselâ, Üsküdar’daki itfaiye kayıklarında ve mavnalarda gündelikçilik edenler ellerinde kalbur, sırtlarında kara kıldan yapılma bir heybeyle dolaşan leblebiciler, Ramazan gelince dilenci kılığına girmektedirler. Bitpazarından birkaç kuruşa aldıkları şal eskisi bir sarık ve çarşafı andıran cübbeleriyle gündüzleri kapı kapı dolaşmakta, akşamları açık iftar verilen konaklara dolmaktadırlar. Pervasızca sofralara çökmekte ve asıl şamata iftar edilip teravih de kılındıktan sonra yaşanmaktadır: Dilenci, “İlle de diş kirası isterim!” diye tutturmaktadır.
SADAKAYI KOPARTIRLARDI
Evsahibi adamı başından savmak için kesenin ağzını açtığı takdirde parayı alıp selâm bile vermeden konağı terketmektedirler ama, eli sıkı bir beyzadeye rastladıklarında iş değişmektedir: Sadaka koparamadıkları takdirde bed, kerih bir sesle ilâhi okumaya başlarlar. Bildikleri ilâhiler tükense bile baştan tekrar tekrar okumakta, arada hikâyeler anlatmakta ve sadakayı mutlaka kopartmaktadırlar. O devrin İstanbul’unda, daimi dilencilerin kâhyaları da vardır. Bunlar en kıdemli ve meslekdaşları arasında en fazla saygı görenlerden seçilmekte, şehrin dört bir yanında dilenenleri derleyip toparladıkları için devlet katında itibar bile görmektedirler. İşte, zamane dilencilerinin atası olan tâifenin kısa öyküsü...
HATTIN ÜSTADLARI: VELİYYÜDDİN EFENDİ
İstanbullu bir Yeniçeri ailesindendi. Talik yazıyı Durmuşzade Ahmed Efendi’den meşketti ve celî hatta en üst düzeye ulaştı. Galata kadılığı görevinden sonra, Mekke’ye tayin edildi. Daha sonra Anadolu ve Rumeli kazaskeri olan Veliyyüddin Efendi, 1759’da şeyhülislamlığa getirildi. Ne var ki, hastalığı dolayısıyla beyaz şeyhülislamlık kürkünü padişah huzurunda giyemedi ve mecburiyetten kaynaklanan bu hareketi hakaret kabul edildiği için Bursa’ya sürüldü.
1766’da tekrar şeyhülislam oldu ve 1768’deki ölümüne kadar bu görevde kaldı. Ve henüz hayattayken hazırlattığı Şeyh Murad Dergâhı mezarlığındaki kabre defnedildi.
Bu sayfada bir karalamasını gördüğünüz Veliyyüddin Efendi’nin en güzel eserlerinden biri, Hekimzade Ali Paşa Camii’ne bitişik sebil üzerindeki kitabesidir. Medine’de, Hz. Muhammed’in türbesine bitişik kütüphanenin hatlarını da o yazmıştı ancak kütüphanenin yıktırılmasıyla beraber bu yazılar da kayboldu.
SARAYLIK İFTARİYELER: ZEMHERÎ TAVUĞU
MALZEME
Tavuk
Soğan
Un,zeytinyağı
Portakal veya kayısı marmelâdı
Elma sirkesin Tarhun
Semiz tavukların göğüs kısımları iri kuşbaşı şeklinde doğranır, ince kıyılmış soğanla yedire yedire iyice ezilir. Etler sulandırılmış una batırılır, birkaç dakika bekletilir ve tam kurumadan çok kızdırılmış zeytinyağında penbeleşinceye kadar kızartılır. Ayrı bir kapta portakal yahut kayısı marmelâdı az elma sirkeli ılık suda açık muhallebi kıvamında eritilip tavukların üzerine boca edilir. Tavuk parçaları, orta ısıtılmış bir fırında 15 dakika kadar tutulduktan sonra, üzerine bulunabilirse taze, yoksa kurutulmuş tarhun yaprağı serpilir. Bu yemeğin İstanbul’a Kırım Tatarlarından geldiği söylenmektedir...
AZ BİLİNEN MİNYATÜRLER