Kitapların kıymetini bilmek
Ankara’da, Meclis Hastanesi’nde birtakım rutin sağlık tetkiklerini yaptırdıktan sonra sıra doktorun yazacağı reçeteye geldi, matbu bir reçete aldı doktor, her zaman alıştığımız şekilde, bütün doktorların bir tek eczacıların okuyabildiği bir yazıyla yazdıkları reçeteye ilacın ismini yazıp bana uzatmadı, matbu reçetenin arka yüzüne sayı ve harflerden oluşan şifre benzeri bir şey yazıp reçeteyi verdi.
İlk defa böyle bir reçete alıyordum. Tam o sırada, yazar mı desem, filolog mu desem, romancı mı desem, filozof mu desem, eleştirmen mi desem, belki hepsini ve daha fazlasını bünyesinde barındırmış olan Umbero Eco ile sinemacı ve dramaturg Jean-Claude Carriére’in özellikle kitapların beş bin yıllık tarihine dair çıktıkları uzun yolculuğu birbirlerine anlattıkları muhteşem “söz alışverişi” kitabı diyebileceğimiz “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayan” (Can Yayınları) kitabında geçen şu diyalog geldi aklıma:
“J.-C. Carriére: Elle yazılmış bir şey kaldı yine de -her zaman değil ama olsun-: Doktor reçetesi.
U. Eco: Toplum, reçetede yazılanı çözsün diye eczacıları yarattı.” (a.g.e. s. 103)
Aynı kitapta Carriére, el yazısıyla mektuplaşma kaybolursa, bir sürü mesleğin de kaybolup gideceğini söyler. Bundan sonra yazıbilgisi uzmanları, arzuhalciler, meşhurların imzasını toplayanlar ve satanlar, kendilerine yeni bir iş aramak zorunda kalacaklar ünlü sinemacıya göre.
(Bu yazıyı yazarken, kıymetli yazar dostum Mustafa Şahin; adaşı, iyi hikayeci Mustafa Kutlu’nun “Kaleme veda” başlığını koyduğu bir yazsını gönderdi bana. Daha önce Mustafa’yla “dolmakalem” üzerine konuşmuştuk, belki de bu mevzua dair yazı yazdığımı biliyordu, tutmuş tam da içinde kalem bahsi de geçen bir yazı yazarken, bana kaleme dair o güzel yazıyı göndermişti. Eskiden okullarda okutulan “güzel yazı” dersinin artık olmamasından yakınıyor Mustafa Kutlu yazısında. “Demek hakkında sure inmiş ‘kalem” devrini tamamlamış haberimiz yok,” diyordu. Ona göre teknoloji sonunda galip geldi, elimizdeki kelemi aldı elimizden. Oysa biz onu Sümerlerden beri kullanıyorduk. Ona ağıt mı yakalım, arkasından gözyaşı mı dökelim hiçbirimiz bilmiyoruz şimdi.)
*
Televizyonda; aniden karşımıza çıkan yönetmen, senarist, yazar Tayfun Pirselimoğlu’nun stüdyoya beraberinde getirdiği bir sandık dolusu kitapları, afişleri, teyp kasetlerini, broşürleri bir bir “Pandoranın Kutusu”ndan çıkarıp o malzemeler üzerinden derdini ve kendini anlatmasını Mehdi Eker’le birlikte ilgiyle izlerken geceni bir yarısı, bir ara Mehdi Abi’ye, “Bir insan bunlara benzer malzemeyi yıllar yılı biriktirir, güzel güzel arşivler, yaşarken onlara gözü gibi bakar, sonra kaçınılmaz son gelir, herkes gibi o arşivin sahibi ölür, geride kalanlar da onları kutulara, torbalara doldurup sahafların yolunu tutarlar, ölen için ne ıstırap verici bir şey olsa gerek” dedim. Bu mevzu üzerine konuşurken bir ara ben, “Biz birkaç kitap müptelası üniversitede okurken, Beyazıt Sahaflar Çarşısı’na yakın okuldan çıktıktan sonra mutlaka yolumuzu bu çarşıya düşürmeye çalışırdık” dedim Mehdi abiye. Eğer o gün çarşının avlusuna bir yığın eski kitap yığılmışsa, yakınlarda bir şair, bir yazar, bir kitap meraklısı ölmüştür derdik birbirimize.
Kitap müptelaları, ne zaman okuyacaklarını düşünmeden daima kitap toplar, biliyorum. Kitaplar bir odada üst üste biriktikçe birikir. Toz çekerler, bakımları zordur, evi dağınık gösterirler. Eğer evde yaşayanlar arasında tek kitapsever sizseniz vay o kitapların haline. Anneniz, babanız, evliyseniz eşiniz daima, her gün sayıları çoğalan o kitaplardan şikâyet edip durmaya başlar. Kitaplarda utanma duygusu olmadığı için, istenmediğim yerde duramam deyip evden çıkamazlar. Mecburi onlara sahip çıkmak size düşer. Sizin nezdinizde onlar da birer canlıdır ve en az evin diğer fertleri kadar kıymetlidir ve şefkate ihtiyaçları vardır. Yapabildiğiniz kadar şikayetleri azaltmak için tozlarını alır, onları raflara düzenli yerleştirir, ev ahalisine rahatsızlık vermesinler diye ayak altından kaldırır, olması gereken yerlere yerleştirirsiniz ama bazen bu çabanız da yetmez onları korumaya.
*
Kitaplar kanıma girdiği andan itibaren, şehrin dışında köyden şehre gelmiş ailemiz için babamın yaptırdığı toprak damlı evimizde kitaplarımı koyacak bir yer arayıp durdum ilk başta. Kalabalık bir aileydi ailemiz, kısıtlı mekân ancak bizi barındırıyordu. Şehre yeni geldiğimiz için de köyden sık sık misafir geliyordu evimize. Bazen oturacak yer olmuyordu. Bu hengamede kitaplarıma bir yer bulmak, onları ayak altından çekmek çok zordu. Bir köşeye yığmıştım onları, sayıları da günden güne artıyordu.
Günün birinde devlet memuru olarak bir dairede işe giren ağabeylerimden birisi ilk maaşıyla; 70’li yıllarda hemen hemen bütün evlerin misafir odalarında bulunan, aynalı bir büfe aldı eve. Büfeyi annem misafir odasının baş köşesine koydu, içini fincan, şekerlik, su bardakları, ıvır zıvır süs eşyalarıyla doldurdu, büfe eve yeni bir hava vermişti. Bir gün, o büfenin içindeki ıvır zıvırları çıkarsam, onların yerine kitap koysam daha şık durmaz mı dedim kendi kendime. Ve düşündüğümü hemen hayata geçirdim. Büfenin içindeki her şeyi çıkardım, üç rafını da kitaplarla doldurdum, karşısına geçtim, bir süre seyrettim. Aynalı büfede kitaplar çok şık duruyordu. Bir yandan da korkuyordum. İşlediğim suça henüz kimse şahit olmamıştı. Kitaplarımın başına kötü bir şey geleceğini biliyordum, bu yüzden hemen evden çıktım, başlarına bir şey gelirse de en azından ben şahit olmamalıydım. Akşama doğru eve geldim, bütün kitaplarımı odanın içinde rastgele atılmış halde buldum. Büfeden çıkardığım ıvır zıvırlar eski yerine konmuş, kitaplarım da oraya buraya atılmıştı. Bunu yapan, büfeyi almış olan ağabeyimdi. Kitaplarımı o halde bulunca ağlayacak gibi oldum. Annem beni teskin etti, “o büfe kitaplar için alınmadı oğlum” dedi, “hem bu kadar okuma, gözlerin bozulur” diye de uyardı. Kitaplarımı tekrar eski yerindeki köşede üst üste koydum, evde bulunduğum zaman benim yerim, o köşedeki kitaplarımın yanıydı. (Daha sonra, darbe sırasında kitaplarımın başına gelenlerin acıklı uzun hikayesi belki başka bir yazıya…)
*
On dokuzuncu asrın ortalarına kadar İngiltere’de kölelerin kitap okumaları yasakken, Amerika’da Afrikalı kölelerin İncil okumalarına bile izin verilmezken, yirminci asırda Türkiye, dünyanın en büyük kitap mezarlıklarından birisi olmaya başladı devletin kitap korkusundan. Bugün, 783 bin kilometrekare vatan toprağının hemen hemen her yerinde birkaç kitap mezarlığı vardır. O kitaplar öldükleri için oraya gömülmemiştir. Hiçbirisinin cenaze töreni yapılmamış, hiçbirisini kalabalık bir grup oraya gömmemiştir. Çoğu zaman tek kişi, gecenin karanlığında, bir sınırı gizlice geçer gibi, bulduğu bir yere gizlice bir çukur kazmış, kitapları naylon çöp torbalarına doldurmuş, o çukura büyük bir gizlilik içinde gömmüştür. Hemen hemen her askeri darbe döneminde, her sıkıyönetim zamanında, devlet temel özgürlükleri her askıya aldığında, evinde yukarıda anlattığım kitaplarım gibi kitaplar bulunan gençlerin babaları, büyükleri o kitapları kolladığı uygun bir anda o evden çıkarmış, evinden uzak bir yerde kazdığı çukura gömmüştür. Kitapları gömenler, günün birinde, sıkıyönetim kalkınca, devlet mengeneyi gevşetince o kitapları gömdükleri yerden çıkarmak için gömmezdi oraya. O gömme işi bir tür kitap imha yöntemiydi. Mevsim kışsa iş kolaydı, kitaplar teker teker sobaya atılır, onlardan kurtulurlardı ama soba kurulu değilse, onları imha etmenin en kolay yolu onlara bir mezar kazmaktı.
Eskiden bazı kitapları evinde bulundurmak, uyuşturucu satmaktan daha ağır bir suçtu. Yasaklanmış bir kitabı okumaya kalkışmak, cinayet işlemekle eşdeğerdi neredeyse. Sırf evinde devletin sakıncalı bularak yasakladığı kitapları bulundurdu diye birçok kişi uzun süre hapis yatmış, bazıları da insanlık dışı işkencelere maruz kalmışlardı.
Çoğu zaman evlere yapılan baskınlarda “ele geçirilen” kitaplar o kişinin “siyasal kimliğinin” de nişanesiydi. Evdeki kitapların niteliği, o kişinin sağcı veya solcu, dindar veya Kürtçü olmasının da açık deliliydi çünkü.
*
Prof. Suat Ungan, rahmetli Orhan Okay Hoca’nın “Kâğıt Medeniyeti” (Dergah Yayınları) kitabında, “kitaba biçilen değere” dair hoş bir anekdot nakleder bir yazısında. Orhan Okay Hoca’nın anlattığına göre, evinde çok kitap biriktirmiş, böylece dönemin en meşhur kütüphanelerinden birine sahip olmuş olan Fahri Bilgin vefat edince; kendisi, birçok nadide eserle dolu o kütüphaneyi Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne satmaları için Bilgin’in varisleriyle irtibata geçer. Önceden üniversiteyi haberdar eder, üniversite de kendisiyle birlikte iki hoca daha görevlendirir, iki aylık bir çalışma sonucu bütün o kitaplara 800-900 bin lira civarında bir fiyat biçerler. Üniversite fiyatı yüksek bulur, pazarlıkla varisler fiyatı biraz daha indirirler. O dönemde üniversite, Ziraat Fakültesi çıkışlı bir rektör tarafından yönetiliyor. Rektör sosyal bilimlere, hele edebiyata çok uzak bir hocadır. Üniversite senatosunda bu kütüphane mevzusu gündeme gelir, iş pişmiş, bir onayla üniversite muazzam bir kitaplığa sahip olacaktır. Görüşmelerden sırasında rektör söz alır, “çok kısıtlı bir bütçem var, o bütçeyle de ben üniversiteye ahır yapacağım, kitap falan alamam,” der.
Kitapların da tıpkı etinden sütünden ve yününden yararlandığımız hayvanlar gibi ruhu besleyen bir “ürün” olduğunu birisi o ziraatçı rektöre anlatmış olsaydı eğer ikna olur muydu bilmiyorum ama kitapların da ruhsal besin olduğunu bilmeyen bir toplum; bize etini sütünü ve yününü karşılıksız veren o hayvanlara ne kadar lüks ahırlar yaparsa yapsın, hep açlık çekeceğini ve kolay kolay iflah olmayacağını biliyorum birçoğunuzun bildiği gibi.
*
Eski çağlarda da kitaplar en büyük düşmandı. Şehir fethedenler, ilk olarak kitaplardan kurtulmaya çalışırlardı. Bu yüzden kütüphaneler ateşe verilir, bulunan kitaplar ilk imha edilmesi gereken şeyler olarak addedilirdi. Yakın zamanda bile durum değişmedi. Amerikalılar Bağdat’a girdiklerinde Bağdat Kütüphanesini yıktılar mesela. Daha önce de Bağdat’ta kütüphaneler yakılmıştı; Moğollar mesela… Umberto Eco’nun verdiği bilgiye göre Onuncu, On Birinci, On İkinci asırların en parlak medeniyetleri İslam medeniyetidir. Bu medeniyet iki yandan saldırıya uğradı ne yazık ki. Bir yandan Haçlı seferleri, bir yandan da İspanya’da başlayan, Hıristiyanların, Müslümanların burada yarattıkları değerleri ortadan kaldıran “reconquista”, yani “yeniden fetih” adı verilen hareketi… İkisinin de üstüne gelen On Üçüncü asırda Moğolların Bağdat seferi… Bu yağma işinde Moğollar mı yoksa Hıristiyanlar mu daha vahşi davrandı, hâlâ tartışma konusudur tarihçiler arasında. Yine Eco’nun verdiği bilgiye göre, Hıristiyanlar Kutsal Topraklar’da kaldıkları süre zarfında üç milyona yakın kitap imha ederlerken, aynı Hıristiyanlar Granada’da Müslümanların biriktirdikleri bütün kitapları yakarlar. Bu büyük kitap yakma ayininden sadece birkaç tıp kitabı canını kurtarır o kadar.
*
Kitapların kıymetini bilmeyenler, her zaman üniversite rektörleri, fatihler, kitaplardan korkan diktatörler değildir; bazen hırsızlar da kitapların değerini bilemezler. Yukarıda adını andığım kitapta J.-C. Carriére bir anekdot anlatır bu mevzua dair. Evinde, çok kıymetli kitaplardan oluşan zengin bir kütüphanesi vardır sinemacının. Bir gece evde yokken hırsızlar girer eve. Gerisini şöyle anlatır:
“Hırsızlar televizyonu, radyoyu, ne olduğunu hatırlayamadığım bir şeyler daha aldılar ama tek bir kitaba dokunmadılar. On bin avroluk hırsızlık yaptılar, oysa bir tek kitap alsalardı o miktarın beş ya da on katını ceplerine koyarlardı.”
*
"Demek ki cahillik bizi koruyor" bazen.
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair2 gün önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"6 gün önce
- Ne umdular ne buldular?1 hafta önce
- Savaş, barış, toplum1 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk2 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı3 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü3 hafta önce
- Tolstoy'un elması!4 hafta önce
- Tolstoy'a neden Nobel vermediler?4 hafta önce
- Abdülhak Hamit ile Victor Hugo'nun cenaze törenleri1 ay önce